Herkes, hepimiz bir “gerçek” arayışındayız. Ya da gerçek arayışında olduğumuz düşünülerek “gerçek” bize arz ediliyor. Peki, nedir gerçek? Biraz üzerine düşünmek gerek.
“Gerçek haber için bizi takip edin”, “Gerçek İslam bu değil!”, “Gerçek gündem”, “Hayaliniz gerçek olsun”, “Gerçek özgürlük” vs. diye uzayıp gidiyor hayatımızın içerisindeki gerçek arayışımız. Aslında çok derin felsefi bir yaklaşımın temel unsurlarındandır gerçek konusu. Birçok düşünür gerçeği aramış, gerçeğin aslında var olan olduğu üzerinde hemfikir olmuşsa da, başka düşünürler gerçeğin aslında sunulan tasarımların bir parçası olduğunu öne sürmüştür.
“Gerçeklik, ona inanmayı bıraktığın vakit kaybolup gitmeyendir.” – Philip K. Dick
Aslında gerçek, varlık ile ilişkilendirilse de hem varlığı hem yokluğu içerisinde barındırır. Yokluk, olmayan değil görülmediği halde inanılandır. Dolayısıyla gerçeklik olsa da olmasa da inanılan olarak kabul edilebilir. Bu yaklaşım, daha çok teolojik olarak değerlendirilen bir gerçeklik algısını gösterebilir. Gerçeğin ne olduğunu bilmek veya farkına varmak, teolojik olarak inanç ile açıklanırken, bilimsel olarak bilgi ile açıklanmaktadır.
Post-Truth Dünyasına Hoş Geldiniz
2016 yılında Oxford Sözlüğü tarafından “Yılın Kelimesi” ilan edilen Post-Truth yani “Hakikat Ötesi” kavramı, bize gerçekliğin aslında bize “gösterilenden ibaret” olduğunu gösterdi. Toplumsal dönüşümü güçler bağlamında etkin kılan medya yoluyla gerçeğin “istenildiği” şekilde sunulması, gördüğümüz gerçeklerin aslında o kadar da gerçek olmadığının bir yansıması olmuştur. Gerçek ötesi yaklaşımı, inanılması istenen “gerçekliğin” sunulmasıyla ortaya çıkar ve etkisini bu sunulan “gerçekliğe” inanılmasıyla gösterir. Buna “yalan haber” de denilebilirdi, ancak yalan gerçek olamayacak kadar farklı bir ifadeyken, “gerçek ötesi” yalan olamayacak kadar gerçek bir yaklaşımı ifade eder. Gördüklerimize inanmanın sonuçları, nereye bakmamız kadar nasıl bakmamızla da doğru orantılıdır. Ancak bu bakış için inanç sistemimizi de sorgulamak gerekecektir. Çünkü bilgiye ulaşmak ya da inanç sistemimize göre hareket ederek ulaşmak istediğimiz “gerçeğe” ulaşabiliriz. Her iki yolu da seçen kişiler, sonuçta farklı “gerçekliğe” ulaşmış olacaklar ve bu durum, asıl gerçeğe kimin ulaştığı konusunu bir paradoksa dönüştürecektir.
Gerçeği Bilmek mi Zor, Söylemek mi?
Gerçeği bilmek, aramak, istemek, kısacası gerçeğe ulaşmak oldukça zor bir düşünsel yolculuktur. Gerçek her zaman var olacak, fakat her zaman da ulaşılması engellenmek istenecektir. Livius (MÖ 59-MS 17), gerçeğin her zaman var olacağını, çoğu zaman karartılacağını ancak hiçbir zaman sönmeyeceğini söyler. Montaigne (1533-1592) ise gerçeği ifade edebilmenin zorluğunu şu sözleriyle dile getirir: “Gerçeği istediğim kadar değil, göze alabildiğim kadar söylüyorum; yaşlandıkça biraz daha fazlasını göze alabiliyorum.”
O halde, gerçeği bilmek için “gerçek” nedir onu bilmek ve beraberinde “bilmeyi” bilmek gereklidir. Bunun için de aramaktan korkmamak, bilgiye inanmak, gerçeğe ulaşmanın özüdür diyebiliriz. Gerçek ve gerçeğe ulaşmak için birçok felsefeci kafa yormuş elbette, ama Descartes’ın şu sözüyle bitirmek daha uygun olur diye düşünüyorum:
“Hakikati arayanın bir defa bütün şeylerden gücü yettiği kadar şüphe etmesi gerekir.”