İki hafta önce, yeniden hikâyelere merak saldığımdan söz etmiştim. Hikâyelere devam ediyorum o gün bu gündür. Yeni Türk Edebiyatı dönemi eserlerini bırakıp biraz daha gerilere Tanzimat dönemine küçük bir yolculuk yaptım.
Elime alıp okuduğum kitaplardan biri Ahmet Mithat Efendi’nin “Felsefe-i Zenan” adlı kitabıydı ve bu kitap bir ilklerin kitabıydı. İki bölümden oluşuyordu. İlk bölümde eser günümüz Türkçesiyle, ikinci bölümde ise orijinal haliyle yani Osmanlı Türkçesiyle yazılmıştı. Yazarın henüz 28 yaşındayken kaleme aldığı Felsefe-i Zenan (Kadınların Felsefesi) Letaif-i Rivayet adlı hikâye koleksiyonunun en kıymetli cüzlerinden biridir. Kadın sorununu doğrudan konu edinen ilk yerli eserdir. Bu yapıtında, Tanzimat’tan sonra en çok değişime uğrayan kurumlardan biri olan ailenin mevcut geleneksel yapısının, kadınların hayatını ne denli yıkıcı bir dönüşüme uğrattığına odaklanan yazar Akile, Fazıla ve Zekiye gibi sembolik anlamlar yüklediği üç sıra dışı kadının yaşamını anlatıyor. Evliliğin bekası uğruna kendilerini feda etmemiş; eğitimin, üretimin ve ekonomik özgürlüğün değerini özümsemiş bu kadınlar dönemin toplumsal yaşantısının gereklerine karşı da birer zırh kuşanmışlardır. Bu eser aile kurumuna atfedilen önemi sarsmasının yanı sıra mektup-roman tarzının Türkçedeki ilk örneğidir. Sedat Oksal; Ahmet Mithat Efendi için “Kadınların hayat şartlarını beğenmeyen ve o zamanın yaşayışına ilk isyan sesini yükselten adamdır,” der. Gözlem ve empati yeteneği yüksek, dönemin öncü ve yazı makinesi yazarı Ahmet Mithat Efendi, görüşlerini karakterler üzerinden ustalıkla ve yaşadığı dönem göz önüne alındığında cesurca aktarır.
Bahsedeceğim diğer eser ise Samipaşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler’i.” Küçük Şeyler sıradan insanın başına gelmesi muhtemel sıradan olayları, acıları, ümitleri, hayal kırıklıklarını, yani kimi hayat gerçeklerini ve bu gerçekler karşısında yaşanan duyguları ele alıyor. Ağaçların kesilmesine üzüntü duymamız, kuş sesleriyle neşelenip aşk uğruna acı çekmemiz, bir tebessümle umutlanıp kurduğumuz hayallerin yıkılıvermesi gibi olağan ve okuru derinden etkilemeyi başaran hikâyelerdir bunlar.
Türk edebiyatına modern anlamda hikâyenin ilk örneklerini kazandıran Samipaşazade Sezai, “Küçük Şeyler” için yazdığı önsözde, neyin anlatıldığının değil, nasıl anlatıldığının önemli olduğunu vurgulayarak hikâyenin gücünün ayrıntıda gizli olduğunu ve güzel yazıldığı sürece basit konuların da önem kazanacağını söyler.
Her iki kitabı da keyif alarak yer yer şaşırarak okudum. Sonrasında, kitapların da bana kattıklarıyla günümüzü, ne kadar önyargılı insanlara dönüştüğümüzü düşündüm biraz.
“Önyargı” sözlüklerde şöyle tanımlanıyor; Bir kimseyle ya da şeyle ilgili olarak, belirli bir olaya, duruma ya da görmeye dayanan, önceden edinilmiş olumlu ya da olumsuz yargı, kanı. Toplumbilim terimi olarak ise; bireyde öteki bireylere, toplumsal kümelere karşı sevgi ya da düşmanlık duygusu uyanmasına yol açan, koşullanmış bir duygusal tutumu yansıtan sığ inanç.
Biri, Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmış bir metinle karşılaştığında, ayrıştırılmış toplumun seküler kesiminden önyargılı biriyse ve elindeki metni okumayı bilmiyorsa “Arapça bir şeyler yazıyor burada,” diyerek, belli belirsiz bir dudak bükmeyle, açık bir önyargıyla bırakabiliyor elindekini, o metinde ne yazdığını bilmeden. Tersinden baktığımızda da durum farklı değil. Osmanlı Türkçesiyle ya da Arapça yazılmış bir metin muhafazakâr birinin eline geçtiyse ve o da okumayı bilmiyorsa, elindeki metin ahlaka aykırı küfürlerle dolu olsa dahi, okuyamadığından, bilmediğinden, ona dua ya da ayet muamelesi yapabiliyor. Her iki tutum da bilmemekten, cahilliğin arkadaşı önyargıdan kaynaklanıyor.
Tanıdığım bir edebiyat öğretmeni çalıştığı özel okulda karşılaştığı durumları şu şekilde aktarmıştı; Nazım Hikmet’ten bir şiir okuttuğunda ya da öğrencilerine bir Aziz Nesin kitabı önerdiğinde muhafazakâr velilerden tepki aldığını, Cemil Meriç’ten bir metin okuttuğunda ise diğer uçtaki velilerden tepki aldığını söylüyordu.
Az bilen çokbilmişlerin müdahaleleri edebiyat öğretmenimizin işini yapmasını güçleştiriyordu sizin anlayacağınız. İyi bir okur olabilmek, tarafsız bir zihinle, her görüşten yazarı okuyabilmekten, okuduğu eseri önyargısız, objektif değerlendirebilmekten geçiyor. Kurduğumuz cümleleri, seçtiğimiz kitapları, televizyon kanalları arasında hızlı hızlı dolaşırken durduğumuz kanalı belirleyen nedir? Zihnimizin tıklım tıklım siyaset dolu olması ve bu durumun en küçük eylemimize dahi yansıyor olması sanırım. Böyle olunca da tek sesli bir dünyada yalnızlaşmak, eksik kalmak kaçınılmaz, eksik parçalarla bir bütüne ulaşmak da imkânsız oluyor haliyle.
Sözün özü; edebi olmayı başarmış her eser okunmaya değerdir. İbrahim Dizman’ın edebiyat üzerine yazdığı bir yazıda, okumadıysanız bulup okumanızı şiddetle öneririm. Şöyle diyordu Dizman; edebiyat ahlak abidesi midir yoksa suç ortağı mı? İnsanın derinliğine yolculuktur, bir keşif raporu, bir seyir defteri, ruhsal bir arkeolojik kazıdır edebiyat. İnançlar, ideolojiler, her türlü hamaset gereğinden fazla yer bulamaz o yolculukta; bulursa o metin yazınsal olmaz…