Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne
Yazı dizimizin son durağında, beni iki ayrı kıyıya çeken iki ruh halini yan yana getirmek istedim: Hirayama’nın dingin ve sessiz huzuru ile Cioran’ın karanlık bilinci. Birinde insanın kendini onarabilme ihtimali, diğerinde ise insanın kendinden kaçamama gerçeği var.
Filmle başlayan bu yolculuğu Cioran’la sürdürme isteğimin nedeni, belki de; sade bir yaşamın hafiflettiği bir ruhla, bilincin ağırlığını taşımaktan yorulmuş bir ruhun sesini yan yana duyabilme isteğimdir.
“Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne” aforizmalardan oluşur. Bana göre “bir oturuşta okunacak” bir şey değildir. Sayfalar arasında ilerledikçe değil, geri çekildikçe derinliği hissedersiniz. Kimi okur için zehirli bir nihilizm, kimi içinse ruhun kendi trajedisini tanıma fırsatıdır.
Cioran bu kitapta, “düşüncelerini” değil, “varoluş sancılarını” dile getirir. Hiçbir yere varmaz, çünkü belli ki o “varmak” fikrine inanmaz. “İlerleme”, “amaç”, “umut” gibi kavramları birer yanılsama olarak görür. Yaşamı savunmaz, ona katlanmanın ne demek olduğunu anlatır.
“Mükemmel Günler”de Hirayama’nın dünyası, dingin ve berrak bir kabullenişin içinden akıyordu. Hayatın ağırlığını hafifleten ritüeller, sadeliğin içindeki huzur, doğanın şifa ve mutluluk kaynağı olduğunu fısıldayan görüntüler, insanın kendisiyle barıştığı o kırılgan eşik…
“Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne” ise aynı eşiği bambaşka bir yerden gösteriyor: Kabullenişin değil, kabullenemeyişin içinden. Hirayama’nın dinginliğinin tam karşısında Cioran’ın keskinliği duruyor; biri hayatı sadeleştirerek iyileştirmeye çalışırken, diğeri hayatın ağırlığını tüm çıplaklığıyla yüzeye çıkarıyor.
Cioran’ı okurken, bir yazarla değil de bir sismografla karşı karşıya kalmış gibi hissediyorsunuz: Dünyanın değil, insanın iç kırıklarını kaydeden hassas bir alet. Onu takip ederken bir düşünce zincirine değil, bir ruhun art arda patlayan titreşimlerine tanık oluyorsunuz.
Onun metinlerinde felsefe daha çok; bir yapı değil de sanki bir titreşim alanıdır. Kendisinin de söylediği gibi, “Bir fikir, bir acının soluklaşmış hâlidir.” O ise soluklaşmış acıları değil, taze ve keskin olanları kayda geçirir.
Bu yüzden kitap boyunca karşımıza bir öğretiden çok, bir semptom çıkar; İnsan olmanın, dünyaya düşmüş olmanın iyileşmeyen semptomu. Cioran; hayatın çıplak hâlini gösterir, süslenmemiş, tesellisiz, yalın hâlini. Yaşamak ona göre bir sorun değildir; yaşadığının farkında olmak bir sorundur.
Evet, bilincin ağırlığı yorucu, insan olmak zahmetli bir iş, düşünmek bazen yaşamanın önüne geçen bir sızı. Fakat tüm bunlara rağmen, dünya yalnızca ağırlıklardan ibaret değil.
“Mükemmel Günler”de Hirayama’nın yaptığı şey aslında büyük bir umut çağrısı değil; daha çok, “yaşamı mümkün kılmanın küçük ihtimallerini” sürdürme biçimi. Her gün aynı ritüelleri tekrarlarken hayata tutunan o sessiz adam, bize mutluluğun değil ama yaşayabilmenin mümkün olduğunu hatırlatıyordu. Bir ağacın gölgesinde oturmak, sabah ışığını, gökyüzünü izlemek, bir yabancının yüzüne sakince bakabilmek… Hirayama’nın dünyasında tüm bunlar, hayatı taşıyabilmenin usul yöntemleriydi.
Cioran’ın karanlığı ise bambaşka bir yerden sesleniyor: “Yaşamın anlamı yok” diyen bir umutsuzluk değil, “anlam arayışının yükü çok fazla” diyen bir yorgunluk. Karanlığı belki de tam da bu yüzden etkileyici; çünkü saklamıyor, yumuşatmıyor, örtmüyor. Ama karanlığın içinde kalmayı da önermiyor aslında, o sadece gördüğünü söylüyor.
Ben ise ikisini yan yana koyduğumda şunu düşünüyorum:
Dünyaya gelmek belki gerçekten bir kazadır; ama madem geldik, bu kazayı biraz olsun onarabilmek elimizde. Yaşamı sahteleştirmeden, acıları yok saymadan, “her şey çok güzel olacak” kolaycılığına kaçmadan… Buna rağmen, yaşamın yine de güzel yanları olabileceğini kabul ederek, kederi inkâr etmeden, neşeyi de utandırmadan.
Belki Hirayama’nın o sade sabrı da, Cioran’ın o keskin bilinci de insanın iki ayrı savunma hattıdır. Biri dünyayı hafifletir, diğeri dünyayı çıplaklaştırır. Ve ikisinin arasında bir yerde, bizim kendi yaşamayış biçimimiz belirir. Yani; Bir metni okurken ya da bir filmi izlerken, bazen bizim nasıl yaşamadığımız, yani hangi taraflarımızın eksik, yarım, bastırılmış olduğunu daha net görürüz. Hirayama’nın dinginliği, bizdeki huzursuzluğu; Cioran’ın karanlığı, bizdeki kaçışları görünür kılar.
Yaşamak zor, ama yine de güzel. Çünkü insan, karanlığı da ışığı da aynı kalple taşıyabilen tuhaf bir varlık. Ben kendi payıma, hayatın yükü kadar hayatı mümkün kılan ihtimallere de bakmak istiyorum. Acının payı var, evet; ama bir çay buharının, bir sabah serinliğinin, bir dost yüzünün de payı var. Yaşamak, yalnızca dayanmak değil: Bazen bir göl kenarında oturup, suya vuran ışığın hafifliğine razı olmak. Bazen hiçbir büyük neden olmadan “iyi ki buradayım” diyebilmek.