Mükemmel Günler Üstüne
Yakın zamanda izlediğim bir filmle okuduğum bir kitabın bıraktığı hisler birbirine öylesine zıttı ki, bu zıtlık bende ikisi hakkında konuşma isteği uyandırdı. Görünenle gerçeğin çoğu zaman aynı olmadığını fark etmiş biri olarak, karşıtlıklar hep ilgimi çeker; zihnimi kurcalar. Önce filmle ilgili düşüncelerimi ve hislerimi anlatmaya çalışayım sizlere.
Lou Reed’in Perfect Day şarkısını dinlerken yazıyorum bu yazıyı. Bu şarkıyı dinliyorum çünkü o film bu şarkıyla bitmişti. Filmi sevmiştim; filmin bende bıraktığı ruh halini, bu şarkıyı dinleyerek sürdürüyordum.
Yönetmen Pelin Esmer’in konuk olduğu bir program seyretmiştim. Etkilendiği yönetmenlerden ve filmlerden söz ettiği bir ara, bahsettiği bir film ilgimi çekti. Kullandığım uygulamalarda o filmi aradım, bulamadım; ama arayan aradığını bulamasa da başka bir şeyi illaki bulur. Ben de başka bir film bulmuştum.
Karşıma ne güzel bir film çıkmıştı! Modern sinemanın kalabalığına, gürültüsüne, aceleciliğine karşı bir sessizlik ve dinginlik manifestosu gibiydi seyrettiğim film.
Sinema her zaman büyük hikâyeler anlatmak zorunda değildi işte.
İzleyiciye hikâye sunmayan, olay örgüsü vaat etmeyen; bunun yerine gündelik hayatın en sıradan anlarını görünür kılan, hayatı görünür kılan bir filmdi izlediğim. Öyle ki bir süre sonra “film izlediğiniz” değil “yaşamı seyrettiğiniz” hissine kapılıyordunuz.
Sizi daha fazla merakta bırakmayayım. Wim Wenders’in Mükemmel Günler (Perfect Days) filminden söz ediyorum. Mükemmel Günler, bana kalırsa içten bir yavaşlık çağrısı. Sürekli hızlanan, ekranlara sığdırılmış bir dünyada nefes alabilmenin, basit bir hayatın içindeki şiiri fark edebilmenin mümkün olduğunu hatırlatan bir film.
Başrolde, Tokyo’nun umumi tuvaletlerini temizleyerek geçimini sağlayan, sessiz ve düzenli bir hayat süren Hirayama (Kōji Yakusho) var. Filmi seyrettiyseniz ya da seyredecekseniz, Kōji Yakusho’nun büyüleyici derecede doğal oyunculuğu sayesinde Hirayama’nın yüzünde binlerce duygunun sessizce titreştiğini görürsünüz.
Her sabah aynı saatte uyanır Hirayama; bitkilerini sular, mütevazı arabasına biner, eski kasetlerinden Lou Reed dinler, işine gider. Günün sonunda bir banyoya uğrar, kitap okur, film izler, uyur. Bu sade hayatın içinde öyle derin bir huzur, öyle dikkatli bir farkındalık vardır ki film, izleyiciyi bir tür varoluşsal dinginliğe davet eder.
Günlük hayatın kaçırdığımız şiirselliğini yeniden sezdirir bize.
Hirayama’nın günleri birbirine benzer ama hiçbir gün birbirinin aynısı değildir. Çünkü o farkındalığın içinden geçen bir adamdır; gören, duyan, dokunan biridir. Her sabah gördüğü gökyüzü aynı değildir. Her ağacın rengi, gölgesi, ışığın yönüne göre değişir. Her gün başını kaldırır, ağaçların fotoğraflarını çeker. Çektiği fotoğrafları bastırır, aylara ve yıllara göre düzenli olarak arşivler.
Filmin bu fotoğraf arşivi sahnesi, ne hissettirdi biliyor musunuz? Farklı aylarda çekilmiş fotoğrafların kutularını açmak ve onları karşılaştırmak istiyorsunuz. Aynı gibi, değişmiyormuş gibi duran şeylerin aslında değiştiğini görmek istiyorsunuz. Değiştiğini bildiğiniz halde, yine de görmek istiyorsunuz; kendinize ispatlamak istercesine. Hirayama’nın günleri de tıpkı ağaçlar gibi birbirine benzer görünse de aynı değil.
Hirayama her fırsatta gökyüzüne bakar, bir ağacın yapraklarının arasından süzülen ışığı izler… İşte orada film, adeta “görmek, yaşamanın en derin biçimidir” der. Belki de mükemmel gün budur: hiçbir mucize olmadan, sadece var olabilmek.
Filmin adı da burada anlam kazanır: Mükemmel gün, aslında hiçbir özel olayı olmayan, sadece yaşanmış bir gündür. Güzellik, büyük başarıların, coşkulu anların değil; sabahın sessizliğinde uyanabilmenin, bir ağacı görebilmenin, bir kitabın sayfasını çevirebilmenin içindedir.
Doğal ve samimi bulduğumuz her şey, bizde — her ne ise o — onun gerçek, hakiki olduğu duygusunu uyandırıyor. Bu film de öyleydi. Hirayama sanki gerçekten yaşamış biriydi. Belki de bu yüzden, onun geçmişte neler yaşamış olabileceğini merak ediyorsunuz; en azından ben ettim. Belki haftaya, o ihtimallerin izini süreriz birlikte.