Bazı insanlar düşünür. Bazıları bunu gösterir. Bazıları göstermemeyi öğrenmiştir. Ve çoğu zaman karıştırdığımız şey tam olarak budur.
Bu sözlerin neye işaret ettiğini anlatmaya çalışmadan önce, çok da dikkatimizi çekmeyen bir hayvana; kirpiye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Kirpi, dikkat çeken bir hayvan değildir. Ne sesiyle var olur ne görüntüsüyle, gürültü yapmaz sahneye çıkmaz. Ne bir aslan gibi güç gösterir ne de kuşlar ve kelebekler gibi estetik sunar. Gece yürür, iz bırakmadan sessizce ilerler, fark edilmeden yaşar. Dikenleri dışarıdadır ama asıl varlığı merkezde, saklıdır. Tehlike karşısında saldırmaz; içine kapanır, kendini korur ve hayatta kalır. Kirpinin hayatta kalma biçimi, parlamak, görünür olmak değildir. Bu da onu, modern dünyanın “parlamak zorundasın” buyruğuna karşı sessiz bir itiraz hâline getirir.
Belki de bu yüzden kirpi, zarafeti gösteride değil, geri çekilmede arayan hikâyelerin simgesi olur. Muriel Barbery’nin “Kirpi’nin Zarafeti” adlı romanında olduğu gibi.
Roman ilk bakışta bir apartman hikâyesi gibi okunabilir. Paris’teki bir burjuva apartmanı, bir kapıcı dairesi, birkaç daire sakini. Oysa roman, bu dar mekânın içinde daha geniş bir soruya doğru ilerler: Kim düşünür, kim anlar, kim derindir? Ve belki daha önemlisi: Buna kim karar verir?
Romanın merkezindeki Renée Michel, apartmanın kapıcısıdır. Toplumsal hiyerarşideki yeri nettir. Konuşma biçimi, giyimi, davranışları da bu yere uygundur. Ama Renée’nin iç dünyası, bu görünürlükle örtüşmez. Felsefe okur, edebiyatla ilişki kurar, estetik üzerine düşünür. Bunu gizler. Gizlemek zorundadır. Çünkü roman bize şunu sezdirir: Bilgi tek başına yeterli değildir; bilginin kabul görmesi için doğru bedende ve doğru sınıfta taşınması gerekir.
Burada karşımıza çıkan şey, sosyolojide sıkça tartışılan bir konuya temas eder; “kültürel sermaye.” Pierre Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı bu terim, bireyin yalnızca ne bildiğini değil, bunu nasıl taşıdığını da kapsar. Hangi kelimeleri kullandığı, nasıl konuştuğu, nerede sustuğu… Renée’nin bilgisi vardır ama kültürel sermayesini “yanlış bedende” taşıdığı için bu bilgi görünmez kalır. Romanın sınıfsal eleştirisi tam da burada sessizce çalışır.
Sınıfsal yanılsama dediğimiz şey, bu noktada devreye girer. Yanılsama şudur:
Zekânın, estetik duyarlılığın ve düşünsel derinliğin belirli sınıflara ait olduğu sanrısı.
Bu sanrı, çoğu zaman kötü niyetle değil, alışkanlıkla sürdürülür. İnsanlar, karşılarındaki kişinin derinliğini onun cümlelerinden, kelime dağarcığından, hatta duruşundan okumaya çalışır. Oysa roman, bu okumanın ne kadar eksik olduğunu gösterir.
Renée’nin zekâsı bir sürpriz gibi sunulmaz. Roman onu bir “istisna”ya dönüştürmez. Aksine, asıl soruyu başka bir yere taşır: Neden bu durum bize sürpriz gibi geliyor? Neden bir kapıcının felsefeyle ilişki kurması hâlâ şaşırtıcı bulunabiliyor? Bu soru, bireysel olmaktan çok, kolektif algılarımızla ilgilidir.
Romanın bir diğer önemli karakteri Paloma da bu yanılsamayı erken yaşta fark eder. Henüz çocuk yaşta, yetişkinlerin dünyasında statü ile anlam arasındaki kopukluğu sezmiştir. Paloma’nın eleştirisi açık değildir; yüksek sesle konuşmaz. Ama not alır, gözlemler. Yetişkinlerin dolu görünen hayatlarının içinin ne kadar boş olabildiğini fark eder. Burada da başka bir sınıfsal yanılsama ortaya çıkar: Düzenli bir hayatın, otomatik olarak anlamlı olduğu sanrısı.
Felsefi olarak bakıldığında, Kirpi’nin Zarafeti’nin tavrı iddialı değildir. Roman büyük cevaplar vermez. Varoluşçu bir kriz anlatısı da sunmaz. Ama şunu yapar: Anlamın, statüyle otomatik olarak gelmediğini gösterir. Bu yönüyle roman, modern toplumlarda sıkça rastlanan “başarı = anlam” denkliğini sessizce bozar.
Romanın belki de en güçlü yanı, sınıfsal eleştiriyi bir öfke diliyle değil, gözlemle kurmasıdır. Kimse suçlanmaz. Kimse mahkûm edilmez. Ama okur, kendi bakışını sorgulamaya zorlanır. Kimi zaman bir insanı “sıradan” diye etiketlerken aslında neyi kaçırdığını düşünür.
“Kirpi’nin Zarafeti” sonunda bize şunu söylemez; bunu özellikle yapmaz. Ama okur, kitabı kapattığında şu soruyla baş başa kalır; biz, başkalarının hayatlarına bakarken neyi ölçü alıyoruz?
Belki de mesele, neyi ölçtüğümüzden çok, neyi hiç ölçmeye değer bulmadığımızdır.