Arınmış Bir Kabulleniş

Bence, iyi bir filmin izleyen üzerinde bıraktığı etkilerden biri de, izleyenin filmi kendi zihninde geçmişe ve geleceğe doğru devam ettirmesidir. Mükemmel Günler’de de Wim Wenders, seyirci bunu yapabilsin diye, film boyunca sessizliğin içine küçük ipuçları serpiştiriyor.

Hikâyelerin çoğu yüksek sesle anlatılır, Wenders’in Mükemmel Günler’inde ise hikâye neredeyse tamamen susarak konuşur. Hirayama’nın geçmişi sessizlikle anlatılır. Onun kim olduğu söylenmez ama kim olduğunu hissettirilir.

Evindeki düzen, kitap rafındaki özen, kaset koleksiyonunun niteliği… Bunlar sıradan bir temizlik işçisinden beklenmeyecek kadar bilinçli bir birikimdir. Kullandığı eski fotoğraf makinesi, analog dünyaya olan sadakati, onun bir zamanlar “başka bir hayat” yaşamış olabileceğini düşündürür.

Özellikle kız kardeşinin ve yeğeninin ortaya çıktığı sahne; oradaki mesafeli ama kırılgan ilişki, Hirayama’nın geçmişte ailesiyle, belki kendi benliğiyle, belki toplumla bir çatışma yaşadığını sezdirir.

Bütün bu detaylar bir araya geldiğinde, Hirayama’nın bir zamanlar daha “yukarıda” bir hayata sahip olduğu hissi doğar. Belki iyi bir işte çalışıyordu, belki entelektüel bir çevreye dahildi. Ama bir noktada bu dünyanın sahteciliğinden, kalıplarından, gürültüsünden yorulmuş ve bilinçli bir seçimle, aşağıya, sade bir hayata inmiş gibi.

Yani bu bir “düşüş” değil, bilinçli bir geri çekiliş.
Modern dünyanın anlamını yitirdiği bir yerde, o anlamı basitliğin içinde yeniden bulmuş biri.
Bir tür modern münzevi.
Ama dağa çekilen bir keşiş değil; kentin içinde, sistemin ortasında sessiz bir adacık gibi yaşayan bir insan.

Wenders’in kamerası onu asla acınası biri olarak sunmaz; tam tersine, huzuru bulmuş az sayıda insandan biri gibi gösterir.
Wenders’in amacı da belki tam olarak bu: geçmişini bilmesek bile, Hirayama’nın yüzüne baktığımızda onun barışmış biri olduğunu hissediyoruz. Barıştığı ne/kim? Hayat mı, kendisi mi, dünya mı? Belki hepsi.

O son sahne, arabada yüzüne vuran ışıkla birlikte uzun uzun hem gülümsediği hem ağladığı an filmin kalbidir bence. Hirayama’nın gözyaşları, bir olayın sonucu değildir; bir farkındalığın ağırlığıdır.
O ana kadar hep sessizdi, ölçülüydü, dingindi. Günlerini bir ritüel gibi yaşıyordu. Ama o son sahnede, Lou Reed’in Perfect Day şarkısı çalarken yüzüne vuran ışıkta onu sarsan bir şey çözülür içinde.

Belki bazı izleyiciler o sahneyi “üzüntü”yle okur, bazılarıysa “arınma” olarak görür.
Bence o an, sessiz bir katharsis, bir insanın kendi yaşamıyla bütünüyle barıştığı, ama bunun ne kadar kırılgan bir barış olduğunu da kabul ettiği, anlamın taştığı bir andır. İçsel çözülmeyle birlikte gelen bir fark ediş anı. Dışa sessiz, içe çok gürültülü bir yüzleşme anı.

Hirayama’nın ağlayışı, bir tür ruhsal sızıntı gibidir: yıllarca bastırılmış, düzenin içine gömülmüş bir geçmişin ansızın yüzeye çıkışıdır. Onun sade, düzenli, dingin yaşamı; bir yandan huzurun biçimi olsa da, bir tür duygusal savunma mekanizmasıdır belki de.
Temizlik yaparken, bitkilerini sularken, kasetlerini düzenlerken aslında kendini de “düzenliyor”dur; bir iç karmaşayı dış düzenle dengeleyen bir ruh haliyle.

Wenders, bize “mükemmel gün”ün aslında dış koşullardan değil, insanın kendisiyle olan ilişkisinden doğduğunu hatırlatıyor. Mükemmel gün, kusursuzluk demek değil. İçine sığabildiğimiz bir gün demek.

Hirayama’nın son sahnedeki yüzü, bir duyguyu değil, birçok duygunun aynı anda var olabildiği o kırılgan eşiği taşıyor. Bence o ifade umut, umutsuzluk, mutluluk ya da mutsuzluktan biri değil ama hepsinin özünü barındıran, kelimelerin ötesinde bir hâl: arınmış bir kabulleniş…

Geçen hafta söz etmiştim; aynı zaman diliminde hem bir film izlemiş hem de bir kitap okumuştum. Zamanları çakışsa da ruhları birbirine bütünüyle zıttı. Filmin bana hissettirdiklerini anlatmaya çalıştım, önümüzdeki hafta ise sıra kitapta. E.M. Cioran ve onun dünyasına yaklaşmaya çalışacağım. Bakalım siz de Hirayama’nın dinginliğini Cioran’ın karanlığıyla benim kadar karşıt bulacak mısınız?