Herkesin; kalbiyle ruhu arasında gizli bir pusulası var. İnsan çoğu zaman neyi aradığını bilmeden çıkıyor yola; ama yine de aradığı şeye varıyor. Çünkü herkes, aslında kendi ruhunun izlerini sürüyor. Farkında olmadan peşine düştüğümüz de bu oluyor.
Bir iz bulduğumuzda ise, onun duygusuyla içimizdeki duygu arasında bir aynılık beliriyor. Sanki pusulamızın ibresi titriyor; hazine bulmuş gibi, kendimize rastlamış gibi bir sevinç kaplıyor içimizi.
Bazen okuduğumuz bir kitapta, bazen seyrettiğimiz bir filmde yakalıyoruz o “aynılığı.” Ve o duygu yüzünden, o duyguyu yeniden hissetmek için tekrarlar yapıyoruz. O şiiri açıp yeniden okuyoruz. O filmi bir kez daha izliyoruz. Oraya yine gidiyoruz. Sevdiğimiz, pusulamızın ibresini titreştiren şeyleri tekrar ediyoruz.
Sevdiğimiz şeylerin tarifi de bununla ilgili değil mi aslında? Bir şeyi, ruhumuzun izini yakalayabildiğimizde seviyoruz. Yapmaktan hoşlandığımız tekrarlar, iz sürerken bulduklarımız yüzündendir. Gizli pusulamızın ibresinin titreştiği anlar vardır onlarda.
Ve yine bazen, okuduğumuz bir roman şiir tadı veriyor. İzlediğimiz bir film kitap tadı veriyor, bir kitabı okur gibi izliyoruz filmi. Bir şiir, hüzünlü bir hikâyeye dönüşüyor bazen.
Bazen de bir romanı okurken bazı cümlelerin altını çiziyoruz. Çünkü bazı cümleler ya pusulanıza dokunan bir sese dönüşür, ya da bir romanın da şiir gibi akabileceğini fark ettirir. Ve o şiirsel tat, kalp ile ruh arasında bir yerlere duygusal bir haz bırakır.
Bazen de “tekrarı” hayat yaptırır, mecbur bırakır. Uzak geçmişten yoksul bir çocuğu anımsadım şimdi. Üniversite sınavına hazırlanırken elinde yalnızca bir tane test kitabı vardır, kitabı bitirir. Sonra baştan başlar bir daha bitirir. Aynı soruları defalarca çözer. İkinci bir kitabı alacak parası olmaz hiçbir zaman ama sınavı kazanır. O kazanç onun için; donmuş bir gölün üzerinde ruhunun izini sürerken, buzu delip bir balık yakalamak gibidir.
Henüz bitirmediğim, okumaya devam ettiğim kitapta, bir sürü yerin altını çizmişim, altını çizdiğim birkaç bölümü paylaşayım mı?
“Yavaşça yürüdü, ayak sesleri boş binada yankılanıyordu. Sağdaki son kapıda adı yazıyordu –Dr. Züleyha Clarke. Bir an plakaya bakakaldı. Evlendikten sonra kocasının soyadını almıştı. Şimdi bunun tekrar değişmesi gerekecekti muhtemelen. Kadınlardan beklenen, nehir gibi olmalarıydı –uyum sağlamaları, şekil değiştirmeleri.
Ne kadar acı verici olursa olsun ortada belirli, elle tutulur bir neden olduğunda, bir ilişkinin bitişini izah etmek –hem kendinize hem de başkalarına- daha kolaydı belki. Ama aşkın ağır ağır buharlaşmasını kavramak daha zordu; o kadar yavaş ve belli belirsiz bir kayıptı ki bu, tamamen yok olana kadar fark edilmesi imkânsızdı neredeyse. Şimdi kendini, uyanıp perdeleri açan ve karşısında aşina olmadığı –ama aslında hep orada olan- bir manzara bulan bir yataklı tren yolcusu gibi hissediyordu Züleyha. Perdeleri tekrar kapatamıyordu.”
Başka bir sayfadan; “Ev, yokluğunuzun hissedildiği yerdir; sesinizin yankısının canlı tutulduğu, ne kadar uzun süredir orada olmasanız veya ne kadar uzaklara savrulmuş olsanız da hâlâ sizin kalbinizin ritmiyle atan bir yer. Londra’da onu bekleyen hiç kimse yoktu –belki bir tek Mabel. Ancak ilişkilerinin ne kadar kısa ve yüzeysel olduğu düşünülürse, Mabel’ın da onu özleyeceğini sanmıyordu. Müzedeki meslektaşlarına gelince, onlar sadece görevlerini üstleneceklerdi, o kadar. Kaybına üzülecek veya çocukluk anılarına değer verecek hiç kimse kalmadığına göre artık bir evi de yoktu Arthur’un.”
Bir diğer sayfadan; “Çünkü onlar hâlâ oradalar. Züleyha bakışlarını indirip tabağını itti. “Şeyler sadece biz öyle istediğimiz için ortadan kaybolmazlar. Betonla örtsek, üzerlerine bir şeyler inşa etsek ve sanki hiç var olmamışlar gibi davransak bile, derinlere gömdüğümüzü sandığımız tüm o hayaletler hâlâ bizim parçamızdır ve eğer onlarla yüzleşmezsek bizi rahatsız etmeye devam ederler.”
İşte böyle akıp gidiyor hayat; biz cümlelerin altını çizerken, bir filmi defaten izlerken, elimizde bir değnek, ruhumuzun izini sürerken.
Pusulamızın ibresini titreştiren şeyleri tekrar ediyorduk ya, üç kez izlediğim bir filmden de söz etmek istiyorum; adını söylemeyeyim ama bir ipucu vereyim: film bir tren yolculuğuyla başlıyor ve o yolculuk… Tıpkı kitaptaki şu pasaj gibi akıyor zihnimde;
“Şimdi kendini, uyanıp perdeleri açan ve karşısında aşina olmadığı –ama aslında hep orada olan- bir manzara bulan bir yataklı tren yolcusu gibi hissediyordu Züleyha. Perdeleri tekrar kapatamıyordu…”