Bir ormanın içinde yürüyorum. Güneşli güzel bir hava var, yalnızım. Yapmayı sevdiğim şeyi yapıyorum. Başımı kaldırıp yeşil dallar arasından maviliklere bakıyorum, yaprakların arasındaki küçücük boşluklara bile yerleşmiş maviliklere. Yeşille mavi birbirine nasıl da yakışıyor. Güneşin pırıltıları da şenliğe katılmaya hevesli bir çocuk gibi aralardan süzülüp iniyor toprağa. İlerliyorum, gözümün değdiği her ağacı gönlümle seviyorum. Bilge bir sessizlikle sabırla ayaktalar. Ormanın kuşlarını ormanla birlikte dinliyoruz. Ağaçların sessiz ve huzurlu hali, içimi bir yavaşlık duygusuyla sarıyor. İlerliyorum, ölü bir ağaca rastlıyorum, yerde toprağa serilmiş gibi yatıyor. Diğerleri ayakta, sanki ölü ağacın başına toplanmış, ona bakıyor, onu bekliyorlar. Ölü ağacın gövdesine oturuyorum, ellerimi gezdiriyorum gövdesinde. Derken Peter Wohlleben’in “Ağaçların Gizli Yaşamı” adlı; bir ormanın içinden geçerken, sadece ağacı değil, binlerce yıllık sabrın, sessizliğin, dayanışmanın içinden geçtiğinizi anladığınız, bir ağacın da hissedebildiğini, duyabildiğini, hatta “annelik” yapabildiğini anlatan o büyüleyici kitabı anımsıyorum.

Toprakta yatan ölü ağacın gövdesine elimle dokunurken, burada zamanın ne kadar farklı aktığını hissediyorum. İnsan yaşamının telaşıyla kıyaslanamayacak kadar yavaş, sabırlı ve derin bir zaman bu. Kitapta, “orman ölü ağaçlarını hemen terk etmiyor” diyordu. Düşen gövde, toprağa hayat taşıyan bir köprüye dönüşüyor. Onu çevreleyen mantarlar, böcekler, kökler… Hepsi bir veda törenindeymiş gibi ağırbaşlı bir görev üstleniyor. Sessizce çürüyen bir bedenin içinden yeni yaşamlar filizleniyor. Ölüm, bir son değil; döngünün derin bir parçası oluyor. Belki de bu yüzden, ölü ağacın etrafında bekleyen diğer ağaçlar bir çeşit saygı duruşunda bulunuyormuş gibi hissettiriyor.

Ormanın bu sessiz ama canlı düzeni, yalnızca görünürde değil, köklerin altında da sürüp gidiyor. Adımlarımı yavaşlatırken, toprağın altında görünmeyen bir dilin işlediğini düşünüyorum. Ağaçlar, kökleriyle birbirine dokunuyor, birbirlerini uyarıyor, destek oluyor sanki. Kimi zaman bir tehdit geldiğinde, bir böcek istilası mesela, bu yer altı ağı sayesinde diğer ağaçlara haber ulaşıyor. Bilim insanları buna “Wood Wide Web” adını vermiş. Adı ne olursa olsun, ormanın altında kurulan bu ağ, bana ağaçların yalnız olmadığını, kolektif bir dayanışma içinde olduklarını anlatıyor.

Yürüdükçe, bazı ağaçların gövdesinin daha kalın, dallarının daha yaygın olduğunu fark ediyorum. Gölgelikleri geniş, varlıkları derin bir sükûnet yayıyor etrafa. Bu kadim ağaçlara "anne ağaç" deniyor. Kökleriyle çevresindeki genç fidanlara besin ve su aktarıyorlar. Fidan, anne ağaç sayesinde güneşi doğrudan göğüslemek yerine, anne ağacın geniş taç yapraklarıyla filtrelediği yumuşak bir ışıkta büyüyor. Ağaç; “al bakalım, eti senin kemiği benim” diyerek, yavrusunu güneşe direkt maruz bırakmıyor. Biliyor ki böyle olduğunda fidan hızlı büyümez ama kök salar, direnç kazanır, ömrü uzun olur. Bu gölge koruması bir sabır eğitimidir. Sert değil, yavaşlatıcıdır, çünkü orman hızlı olanı değil, sağlam olanı yaşatır. İşte bu yüzden “annelik” burada sadece mecaz değil; bir yaşam biçiminin adı. Orman, bireysel başarıyla değil, kolektif varoluşla ayakta kalıyor.

Doğada böyle bir dayanışma düzeni kurulmuşken, insanların çocuklarını en çok ışık alan yere yerleştirmeye çalıştığı, en yüksek notu almaya, en hızlı koşmaya zorlamakla övündüğü bu çağda doğanın sabrını bir şiir gibi duyumsuyor insan. Anne ağaç, yaşamdan çekilirken bile kökleri aracılığıyla besinini çevresine dağıtır ölümünü bile paylaşıma dönüştürür. Ormanın bilgeliği zamana yayılır; ağaçlar yaşadıklarını unutmayan bir hafızayla savunurlar kendilerini. Yavaş ama derin bir öğrenmedir bu. Ormanda büyümek, rekabetle değil, dayanışmayla mümkündür.”

Doğada bu düzen kendiliğinden kurulmuşken, insan eliyle yapılanlar çoğu zaman yüzeyde kalıyor. Kayıp ormanların yerine oteller, siteler dikilir bizim ülkemizde. Ender olarak da fidanlar dikilir, orman yaratılmaya çalışılır. Ama orman yalnızca ağaçtan ibaret değil. Doğal ormanlar, içindeki yüzlerce tür canlıyla, çürüyen yapraklarla, mantarlarla, görünmeyen binlerce ilişkisiyle var oluyor. Peter Wohlleben’in dediği gibi: Bir orman, ağaçlardan değil ilişkilerden oluşur. Ve bu ilişkilerin adı: zaman. İnsan eliyle yapılan her şey daha düzenli, daha planlı görünse de; doğanın karmaşık ama dengeli yapısının yerini tutamıyor.

2025 Dünya Çevre Günü, bu yıl Türkiye’de “Çevrene İyi Bak” sloganıyla karşılanıyormuş. Etkinliklerin odağında plastik kirliliğiyle mücadele ve sıfır atık bilinci var. Ama nedense, bu tür çağrılar çoğu zaman birkaç gönüllünün çabasıyla sınırlı kalıyor. Çevreye verdiğimiz zarar, bazen o kadar hızlı ve sorgusuz ki, insan kendi izini bile takip edemiyor.

Yine de, bu yılki sloganı düşünmeden edemiyorum. “Çevrene iyi bak.” Kulağa sade ama derin bir cümle gibi geliyor. Belki de sadece korumaktan söz etmiyor bu çağrı. Belki de önce, bakmayı öğrenmekten bahsediyor. Gözlerini açmaktan, görmeyi seçmekten, çürürken bile hayat veren bir gövdeyi fark etmekten. Sessizliği, yavaşlığı, dayanışmayı...

Koruyabilmek içinse önce duygusal bağ kurabilmek gerekiyor galiba... Bunu başarabilirsek gerisi kendiliğinden gelir sanki..

Sevdiğim, beni de sevdiklerini hissettiğim ağaçların arasında yürümeye devam ediyorum…