Deniz kenarına özenle kurulmuş bir masa var, mavi desenli örtüsü yavaşça uçuşuyor. Masanın yanlarına karşılıklı konulmuş iki iskemle var. Görüntü sürekli değişiyor.

Önce, iki kişi karşılıklı oturuyor, sonra bir kişi kalıyor masada, epey zaman sonra o da kalkıp gidiyor. İki iskemle de boş kaldı derken yeniden oturuyorlar iskemlelere, bu böyle devam ediyor. İskemleler bir boş bir dolu, bir oturuyorlar bir kalkıyorlar. Bu oturma, kalkma eylemlerinden ibaret görüntülerin tanığı olsanız, anlam veremeyip “ne yapmaya çalışıyor bunlar?” diyebilirsiniz.

Aslında o masada iki saat boyunca, iki insan hiç kalkmadan oturuyor, bazen anlatarak, bazen susarak. En çok da anlatırken susarak, nasıl mı? İnsan yaşadığı bir duyguyu veya olayı başka bir şeyin altına saklayarak anlatır bazen. Dinlerken, sakladığı, sustuğu yerleri görürsünüz. Saklayayım derken sırf saklayışıyla gösterir gerçeği farkına varmadan. Anlattıklarımız susmaktan daha çok ele verir sakladıklarımızı. Susarak ya da anlatarak sakladığınızda, karşınızdaki iskemle boş kalıyor ya da tam tersi siz kalkıp gitmiş oluyorsunuz oradan.

Gözden uzak, ıssız ve sessiz kuytu köşelerimiz var hepimizin. “En yakınım” dediğimiz insana dahi anlatmadıklarımız, sırlarımız, sınırlarımız var. Rusların Matruşka bebeklerini bilirsiniz. Her bir bebek varlığımızın katmanları gibidir, iç içe, birbirine benzeyen, gerçekte farklı olan. Ben, dediğimiz şey aslında hangi katmanda saklı? En dıştaki en büyük bebek, topluma gösterdiğimiz yüz, içtekiler ise bastırılmış ya da gizli yönlerimiz değil mi? Böyle söyleyince Jung’un “persona-gölge-özbenlik” üçlemesiyle de benzerlik kuruyor insan.

Öte yandan her bebek, yaşamın bir evresini de temsil edebilir; bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik. Bütün evreler iç içedir, bir önceki bir sonrakini şekillendirir.

Matruşka bebekler gibiyiz. Saklamak, belki de koru(n)mak için üst üste, bize benzeyen kılıflar giyiyoruz. En gerçek halimiz Matruşka’dan en son çıkan, en küçük bebek. Hem çocukluğumuzu hem de sadece bize ait duygu düşün dünyamızı saklıyor o. Atomun çekirdeği gibi, anlatmadığımız, sakladığımız ne varsa, bütün kuytuluklarımız, karanlığımız, aydınlığımız o en küçük bebekte gizli. Bugün dönüştüğümüz insanın, dönüşüm formülü o çekirdekte yazılı. İnsan bedeninin yüzde yetmişi su, insan ömrünün yüzde yetmişi çocukluğuymuş. O halde ömrümüzün yüzde yetmişi, Matruşka’nın en küçük bebeğinin yaşadıklarından ibaret.

Bütün bebekleri çıkarıp, yan yana dizin ve en yalnız olanı seçin desem siz de en küçük bebeği seçmez miydiniz? O kadar yalnızdır ki, yalnız ağlayıp yalnız avunur. Öyle olur ki kendini azarlayan da azarı yedikten sonra başını okşayan da yine kendisi olur. En küçük bebeğin kuytu dünyasında kendinden başka hiç kimse yoktur. Herkesin yalnız olduğu kuytu köşelerin varlığını herkes bilir de hangimiz en yalnız olanımızdır onu bilmek mümkün değildir. Neden mi? Matruşka bebeklerin kabukları bu sırrı saklar da ondan.

Bu kuytu dünyanın en iyi yanı şudur; Hiç ama hiç kimsenin müdahale edemeyeceği, yalnızca size ait, belki de en özgür olduğunuz yer olmasıdır, duygularınızı hislerinizi ve düşüncelerinizi bütün çıplaklığıyla yaşadığınız yalnızca size ait bir dünya. Benliğiniz, uçsuz bucaksız, alabildiğine geniş düzlüklerde dörtnala koşan özgür bir at gibidir o dünyada. Evrenin sonsuzluğunda, tek başına, bir o kadar da özgür olduğun kendi evrenindir orası.

Aslında, bu yazdıklarımı yazmama yeni okuduğum bir kitap neden oldu. Daha doğrusu kitabın bana çağrıştırdıkları. Çağrıştırdıklarıyla bana ilham olmuş bu kitaptan söz etmezsem haksızlık etmiş olurum. “Birbirimize Her Şeyi Söyleyebilirdik” kitabın adı bu, kitabın adını ilk kez okuduğumda, tümcenin devamına “keşke söyleseymişiz” gibi gölge bir söz ilave etmiştim kendi kendime. Kitabı bitirdikten sonra karşıt bir duygu oluşmuştu, “birbirimize her şeyi söyleyebilirdik, iyi ki de söylememişiz” gibi.

Hermann’ın yanıt aradığı sorulara yanıtları yine kendisi buluyor; yazarken aslında ne hakkında yazıyoruz? Konuşurken aslında ne hakkında konuşuyoruz? Öz yaşam öyküsü göz ardı edilerek yazmak mümkün müdür? Bu kitap, Hermann’ın Frankfurt Edebiyat Dersleri’nde anlattıklarının, konuşulmak istenenlerin ve konuşulmayanların ürünü. Ben çok sevdim, öneririm.

Etkilendiğim küçük bir bölümü de paylaşmak isterim. Hermann yeni öykü kitabını yayımlamış ve psikanalisti Dr. Dreehüs’ün posta kutusuna da bir tane bırakmış, psikanalistinin kitabını okuyup okumadığını merak ediyor. Dr. Dreehüs birkaç hafta sonra da Hermann’a şöyle yazıyor: “Nasıl da zahmetli, ayrıntılı bir çalışma, her şey ustalıkla ötekileştirilmiş ve olduğundan farklı gösterilmiş, öyle ki sonunda hiçbir şey doğru değil ama her şey gerçek.”

İnsanın yaşadığı bir duyguyu veya olayı başka bir şeyin altına saklayama çalışırken ortaya koyuvermesi, sizce de Hermann’ın usta kalemiyle çok güzel dile getirilmemiş mi?

Bu arada, deniz kenarındaki masa ve iskemleleri görmek isterseniz kitabın kapağına bakabilirsiniz. Biliyor musunuz? Karşınızdaki iskemleden hiç kalkmayacak olan aslında sizin en küçük matruşkanızdır..