Sevgili Mualla Tetik’in bestelediği bir şiirim vardı: Özlem ve sabrı anlatıyordum: “Sen ki bir bengisu, cana can veren, / Ben bir edna kulum, sana can veren, / Sabır teknesinde una can veren, / Yoğrulmuş gibiyim, çünkü sen yoksun.” Gerçek olan şu ki, şiir alanında ben bir edna kulum. Ustaların yanında esamem okunmaz.

 Gazetecilik mesleğinde bir süre, gazeteler için önemli bir yeri olan Basın İlân Kurumu’nun servislerinin birinin müdürlüğünü yaptım. Şimdi yerinde yeller esen binadaki odam, bir tarafta Boğaz’ı, bir tarafta Ayasofya ve Sultanahmet Camii açısından tarihi yarımadayı, bir taraftan da eski Adliye’nin karşısında Binbirdirek Sarnıcı’nın set üstündeki parka bakıyordu. On dört yıl, bu odada kasım aylarını seyrettim. Kasım aylarında her sabah parkın görevlisi, elinde süpürge ve faraşla, dökülen yaprakları süpürür, sonra parkın bir köşesinde yakardı. Yeşilin en taze en canlı renkleriyle bin bir neşe ve işve dolu baharı karşılayan, bizlere şıkır şıkır yaşama sevinci aşılayan yapraklar,  kasım ayında sarı ve kahverenginin tonlarını alarak, esintiler önünde sürüklenirlerdi.  Kalp çarpıntılarım geleceğimin sinyalini veriyordu. Ama dinleyecek zamanım yoktu:

KALP ÇARPINTISI

Önce bin nazla kopuşunu göreceksin

Bale yumuşaklığı ile uçuşunu,

Düşüşünü duyacaksın gönül teline;

Birkaç solgun yaprağın...

Bu yorgun hışırtı, bu sürekli titreyiş,

Dökecek sonunda hepsini biliyorum.

Sarının tonları kahverengiye çalacak

Alacak rengine toprağın.

Ah şu çarpıntısı olmasaydı kalbimin...

Çalı süpürge, paslı faraşla tanışacak

Yaslı parkın bir köşesinde yanacak için için,

Dumanı çıplak dalları, külü toprağı,

Körpe yeşillere gebe bırakacak...

Hışır hışır, hışır hışır geceler boyu uykusuz.

Domur domur soğuk terler yok mu?

Yok mu kulaklarımda çınlayan tansiyon?

Her ilkin bir sonu olacaktır kuşkusuz,

Her sonun bir ilki var...

Ey hoyrat rüzgâr!

Sondan önce bu kaçıncı istasyon

Ey şakaklarıma düşen kar,

Gönlüme çöken sonbahar!

Ah şu çarpıntısı olmasaydı kalbimin...

Hüznün bestelenmemiş en tatlı şarkısı

Ey pastırma yazında durasıca zaman

Güneşin donmalıydı bu son pırıltısı.

Yalnız kasımpatılar kaldı biliyorum,

Ebedi yolculuğun uğurlayıcısı.

Ah şu çarpıntısı olmasaydı kalbimin.

Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında şunları aktarmıştı: “…. başka mevsimlerde belki biz şair oluruz, fakat sonbahar, kendisi şairdir.”

 Ben derim ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizeleri kulağınıza küpe olsun:

 “Durgun havuzlara işlesin bırak

Yaprakların güneş ve ölüm rengi,

Sen kalbini dinle, ufuklara bak.

Düşünme mevsimi inleten rengi

Elemdir mest etsin ruhunu yeter

Eser rüzgarların durgun ahengi.

Yan yana sessizce mevsimle keder

Hicrana aldanmış kalbimde gezin

Esen rüzgarlara sen kendini ver.”

Cenap Şehabettin Elhân-ı Hazân’de sonbahar musikisini anlatırken, “Hâl-i bî-reng-i ihtizârında / Sonbahârın bu solgun elvâhı / Ra’şe-dâr etti kalb-i eşbâhı / Kuru yaprakların kenârında!” diyor. Kaybolan bir mutluluk arayışını anlatıyor. Elhân-ı Hâzan’da sonbahar ve ilkbahar imgeleri üzerinden ölümün başlangıcı olan yaşlılık ve hayatın başlangıcı olan doğumu vurguluyor.  Temâşâ-yı Hazân’da ise “ Gel bugün de, sükût ile güzelim, / İhtizâr-ı hazanı seyredelim ….” diye başlıyor neticede hazânı baharın hayali ele seyretmek arzusunu terennüm ediyor. Sessizliğin, yalnızlığın sesini, musikisini çizdiği tabloda seyrediyorsunuz.

Hazan bütün yönleri, sembolleriyle Servet-i Fünün döneminin ana teması. Karamsarlık, içe kapanıklık ve ölümle bağ kuruş… Bu dönem şairlerinden Cenap’ın ayrıcalıkla yeri var. Berk-i Hazan Şiirinde, meyve yüklü daldan düşen bir sonbahar yaprağı bile onu ilk bahara ilişkin şairane ümitlere sürükler: “Bir varak-pâre-i hazân-dîde / Ayrılıp sâk-ı meyve-bârından / Düştü bir şâirâne ümmîde…”