Kedimi izlerken düşünüyorum, hem meraklı hem temkinli olmayı nereden öğrenmiş?  Öz bakımını onun kadar beceremeyen insanlar var, biliyorum.

Sonra ağaçlar geliyor aklıma. Kiraz ağacının hatları hiç karışmıyor örneğin; "Pardon yanlışlıkla araya kayısı karıştırmışım” demiyor. Bazen bu otomatik akla, peşin verilmiş akla imreniyorum. Yaradan, insandan gayrısına otomatik, kendiliğinden aklı peşinen yerleştirmiş de insana gelince sana aklı veriyorum, gerisi sende, aklını çalıştır, bul, oku, anla, öğren, keşfet demiş. İnsan ne yapmış peki, tökezleyerek, dökerek, saçarak, yıkarak, yakarak, katlederek bu günlere kadar gelmiş. Doğruyla yanlış arasında, iyiyle kötü arasında ilk günden beri yalpalayıp duruyor, bir türlü dengeyi bulamıyor.

Hayatın anlamı ne olabilir ki, neden buradayız, burası neresi diye sorup durmuş ilk günden beri. Doğumdan ölüme kadar tek bir sorumluluğumuz varmış o da anlamı bulmakmış gibi geliyor bana.

Herkesin yapabileceği bir şey vardır. Herkesin cevheri içinde saklıdır. Hayatın bütün gayesi belki de içimizdeki cevherin farkına varmak, onu bulmak, açığa çıkarmaktır. Kiraz ağacıysan, kirazını dökeceksin. Kirazın rengini, tadını, suyunu, çekirdeğini içindeki cevherin özsuyundan çıkaracaksın.

Taşı sıkıp suyunu çıkarır gibi, içindeki cevheri ortaya çıkarmalısın; ruhunun, kalbinin damarlarında özsuyunu serbest bırakmalısın. Kendini zorlayacaksın, kendini bulmak için. Hayata kendi anlamını katabilmek için, hayatı kendi gözünden anlamlandırabilmek için… Karınca kararınca, her insan, özündeki potansiyel kadar, hayatına anlam katmak ve hayatı kendi için anlamlı kılmak için çaba harcar. Mesele, hayatla ve hayatın kendisiyle, yaradılışına ve özüne uygun bir harman yaratabilme meselesi gibi görünüyor.

Bu yolculukta, insana verilen en kadim rehberlerden biri çalışmaktır belki de… Çalışmak, sadece hayatta kalma mücadelesi midir? Ya da insanın kendi varoluşuna dair bir anlam arayışı mıdır?

Yakın zamanda Kurosawa’nın Ikiru (Yaşamak) filmini izledim. Film, bu soruyu seyircisine doğrudan yöneltiyor. Hayatını yalnızca geçim derdiyle geçirmiş bir memur, çalışma eylemini sadece bir zorunluluk, bir rutin olarak yaşamıştır. Ancak ölümle yüzleştiği anda, yaşamı anlamlandırma süreci başlar. O zamana kadar yalnızca bir görev gibi gördüğü “parkı yapmak” eylemi, bir anlam kazanır. Bu park, aslında onun tüm hayatını yeniden inşa ettiği bir mekâna dönüşür. Bir çocuk salıncağa binsin diye verilen emek, bir ömrün anlamını kurtarabilir.

Çalışmak, yalnızca ekonomik bir zorunluluk değildir; aynı zamanda insanın kendi varoluşuna dair bir anlam arayışıdır. Ikiru’daki Watanabe’nin parkı yapma kararı, ölümle yüzleştiğinde içine düştüğü varoluşsal boşluğun en çarpıcı ifadesidir. Bu bağlamda çalışma, yalnızca hayatta kalma mücadelesi değil, yaşamın kendisine bir anlam katma eylemidir. Kurosawa, bizi her gün yeniden yuvarlamaya çalıştığımız kayamızla yüzleştirir.

Watanabe, yaşamı boyunca yapmadığı sorgulamaları, ölümün kaçınılmazlığını fark ettiğinde yapmaya başlar. İşte o zaman, çalışma bir zorunluluktan çıkar, bir tür özgürlüğe dönüşür. Camus’nün Sisifos Söyleni'nde Sisifos’un kayayı yuvarlarken bulduğu anlam da bu özgürlük arayışıyla ilgilidir. Anlamın yoksunluğunda bile onu yaratmaya çalışmak, insanın elindeki en büyük güçtür. Çünkü anlamı hazır bulamamak, onu inşa edebilme imkânını da beraberinde getirir.

Yine de modern dünyada çalışmanın nasıl anlamsızlaştırıldığını sık sık görürüz. Üretim ve verimlilik merkezli düzen, çoğu zaman içsel bir boşluğu da beraberinde getirir. Çalışma, yalnızca bir gelir kaynağına dönüşmüş; insan, bir anlam yaratma çabasından çok, bir sistemin dişlisi gibi hareket etmeye başlamıştır. Sabahın erken saatlerinde işe gitmek üzere yola çıkan birey, aslında bir başka kayayı daha tepeye sürmeye başlar. Yine de Kurosawa’nın hatırlattığı gibi, bu eylem yalnızca ekonomik bir faaliyet değil, aynı zamanda insanın kendini bulma çabasıdır.

Çalışmak, bazen kişisel tatminin ve özgürlüğün de bir aracına dönüşebilir. Ikiru’daki karakter gibi, biz de bu yolla kendi anlamımızı ararız. Sisifos’un kayayı tekrar tekrar yukarı taşıması, ilk bakışta boş bir çaba gibi görünse de, Camus’ya göre anlam yaratmanın en yalın halidir. Modern dünyada çalışma; kimlik kazanmanın, kimliksizleşmenin ya da anlam bulmanın sahnesi olabilir. Bu yüzden onu hem bireysel bir mücadele hem de toplumsal bir oyun olarak okumak gerekir. Anlam, bireyin bu oyuna verdiği yanıt ve özgürlük hissinde gizlidir.

Sonuç olarak çalışmak, yalnızca bir iş değil; bir varoluş biçimidir. Sisifos’un kayayı her gün yeniden yuvarlarken bulduğu anlam gibi, biz de çalışarak kendi anlamımıza yaklaşırız. Bu anlam, çalışmayı neden ve ne için yaptığımıza göre şekillenir. Kaybolmuş zamanın karşısında, her sabah yeniden başlayan bu eylem, bir arayış; belki de bir yeniden doğuştur.

Erich Fromm’un “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı eseriyle “Ikiru” arasında bir bağ kurulabilir. Fromm, modern insanın tüketim ve görev odaklı yaşamı yerine, katılarak var olma fikrini savunur. Ikiru’da da Watanabe, bu “var olma” bilincine geçmiştir.

Yaşamak, sahip olmak değil, “olmak”la mümkündür.