Olmayan bir zamanda, olmayan bir yerde çıkıverir bu “artizler” karşınıza. Tavırları, duruşları, bakışları, yanaklarına dayadıkları büyük yüzüklü zarif parmaklı ellerini de görüntülerine sokup uzaklara bakarak poz keserler.

Bu ülkede ufacık bir başarı göstermiş ya da azıcık tanınmış birileri, şöyle ya da böyle zengin olmuşlar bir anda kendilerini olan biten ne varsa anlamış, yaşamın şifrelerini çözmüş olarak görmeye başlıyor. Acaba azıcık başarıyla beraber gelen narsisizmin altında bastırılmış, örselenmiş ruhlar mı yatıyor?

Hiçbir alanda kendisini kanıtlamasına izin verilmemiş; aile, okul ve diğer otoriteler tarafından baskı altında tutulmuş bireyler en ufak bir başarıda hastalıklı bir özgüven patlaması yaşıyor.

Tiyatro sahnelerinden, film perdelerinden, şarkı söyledikleri sahnelerden sırf orada oldukları için insanlara tepeden bakıp; kendilerini herkesten üstün görerek yargı dağıtmaya başlıyorlar.

Oysa o her zaman  tiyatroların ve hayatın kulislerinde vahşi bir yaşam dönüp duruyor.

Özellikle sol görüşlü bir güruhun “biz her şeyi biliyoruz siz cahiller bunu nasıl görmezsiniz” tavrı; dudaklarının kıvrımına yerleşen, kısılan gözlerinin çizgilerinden dökülen kibirle biz zavallı ölümlülere doğru yolu göstermeye çalışırlar. Öyle duygulanırlar ki bu yüce gönüllü tutumlarından kendi sözleriyle kendi gözleri yaşarır. Tıpkı kendini yiyen bir yılan gibi görünseler de aslında tükettikleri bizlerizdir. Biz zavallı sıradan ölümlüler.

“Sol” ve bu günlerde çokça gündeme gelen “solcu aptallığı” ve bu hastalığa yakalanmış insanlar ayrı bir yazının konusu olmalı.

Hiç eğitim almamış, tesadüfen bir reklamda azıcık sempati kazanmış bir zavallı kendisiyle yapılan röportajda “artık siyasete atılmak istiyorum” diyordu. Siyasete atılarak hepimizi biz zavallı ölümlüleri ve bu ülkeyi kurtaracaktı.

Liselerde kurulan tiyatro gruplarının, okuma, sinema ve müzik kolları kısacası kendini göstermeyi çalışan çocukların ilk amacı topluma doğru yolu göstermek gibi büyük bir iddia oluyor. Hepsi dünyayı değiştireceğini zannediyor. Hepsi de tüm gerçeği bildiğini ve en doğru yönteme sahip olduklarını sanıyor.

Belki diğer ülkelerde de böyledir ama oradaki çocuklar büyüyünce kurtuluyor bu kısır döngüden ama bizim ülkemizde asla son bulmuyor.

Şarkıcılar, “artizler”, futbolcular kısacası adı sanı bir parça duyulan kifayetsizler hepimizi kurtarmaya soyunuyor. Tamam artık, ben oldum diyor, zaten hak ettiğim yer burasıydı, bu dünyada beni anlamadılar ama bir gün başaracağımı biliyordum, en büyük benim diyerek kendilerini “yüce” hissetmek için bizlerin yardımına koşuyorlar.

Arkadaşlarımla sözleşmiştik. Caz konserinin olduğu bir barda buluşacaktık. İşlerim geç bitti. Çok yorgundum ama söz vermiştim. Gittim oraya. Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla sessiz sessiz sohbet ediyoruz. Tabi birileri ters ters bakmaya başladı. Elleri, parmakları şakaklarında, kimisi çenesini tutmuş derin anlamlar çıkarıyormuş gibi havalara girmiş. Bir barda verilen bir konserde konuşuyoruz diye aşağılayan bir ifadeyle bakıyordu birileri bize.

Poz kesiyorlar. Siz anlamıyorsunuz ama biz çok önemli, çok entelektüel bir eylemdeyiz pozu.

Arkadaşıma burası bar farkında değiller herhalde dedim ve riyakarlığa, sahteliğe dayanamayarak dışarı çıktım. Tam anımsamıyorum ama ya Aralık  ayındaydık ya da Ocak. Bütün gün sağa sola koşturmuş ve çok yorulmuştum. Ayaklarım botlarımın içinde cayır cayır yanıyordu. Yolun karşısına geçtim. Eski bir binanın mermer merdivenlerine oturdum. Botlarımın bağcıklarını çözdüm, çıkardım. Çoraplarımı da çıkardım. Cayır cayır yanan ayaklarımı buz gibi mermere bastırdım.

Hayatın anlamı o gece benim için buz gibi mermere ateş gibi olmuş ayaklarımı bastırmaktı.