Yolculuk yapmayı seviyorum. Yol boyunca düşünüyorum. Bazen anılar, yaşanmışlıklar bazen de izlediğim filmler, dinlediğim müzikler, okuduğum ya da okuyacağım kitaplar hakkında düşünüyorum.

Son yaptığım yolculuk da vizyona girdikten yaklaşık on beş sene sonra seyrettiğim ve çok sevdiğim İl Postino (Postacı) filmi muhteşem müziğinin çalmaya başlamasıyla aklıma geldi. Müziklerini Luis Bacalov, Francisco Canaro yapmış ve en iyi film müziği Oscar Ödülünü almış.

İlginç bir öykü daha barındırıyor Postacı filmi; filmin başrol oyuncusu Massimo Troisi kalp hastasıdır ve doktoru filmde oynama, yorulmamalısın senin için çok tehlikeli demesine rağmen Massimo Troisi bu filmin çok önemli olduğunu ve mutlaka oynamak istediğini söyler.

Film çekimleri biter ve birkaç saat sonra Massimo Troisi kalp krizi geçirerek bu hayattan çok önemsediği filmini seyredemeden ayrılır.

İçinden çıkan kocaman hüznüyle çok ama çok güzel bir film Postacı. Eğer izlememişseniz kaybınız çok büyük. Mutlaka izleyin. Çok keyif alacaksınız ve aklınızın, ruhunuzun bir yerine takılıp kalacak.

1994 yapımı olan bu film 1996 yılında ülkemizde gösterilmiş. Hayatın koşuşturması içinde gözden kaçırmışım. Yanılmıyorsam 2011 ya da 2012 yılında yaklaşık on beş sene sonra izledim Postacı filmini. Müziği arabanın içine dağılmaya başladığında on beş yıl geç kaldığımı düşündüm ve acaba dedim kaç filmi kaçırdım, kaç kitabı, kaç şarkıyı, kaç albümü.

Çok sevebileceğim bir kitabı göz ucuyla görüp geçmiş olabileceğimi düşündüm ya da geçeceğimi. Çok sevebileceğim bir müzik albümüne de şöyle bir bakıp yerine koymuş olabilirim. Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki sonsuz bir üretim var ve bizler bu karmaşanın içinde hem bazı güzellikleri hem de hayatı kaçırıyoruz.

Bir değil beş ömre sahip  olsak ve durmadan okusak yazılan kitapların onda birini okuyabilir miyiz acaba? O beş ömürde söylenmiş şarkıların tamamını dinlemek mümkün olur mu?

Hiç sanmıyorum.

Ve birçok konuda şansımız her geçen gün daha da azalıyor. Örneğin talebe göre yaratılan üretim enflasyonunun karşımıza çıkardığı “ürünlerin” kalitesi her geçen gün düşüyor. Bunun en güzel örneği de özel televizyon kanallarıdır. İşletmeler kar elde edebilmek için talebe göre üretim yaparlar ve talebi yaratan kitlenin seviyesi, kültürü, bilgisi düşükse “talep” edecekleri de kalitesiz ve basit olacaktır.

Piyasanın talebi doğrultusunda üretilen, şiir, şarkı, film, dizi, yarışma, içecek, yiyecek, giysi asla kaliteli olmayacak.

Kısır döngü çoktan başladı farkında mısınız? Düzeysiz, kalitesiz saçma sapan programlarla insanları ekran başına toplarsanız kitleler daha da aptallaşacak ve bir sonraki nesil daha da kötüsünü talep edecek.

Kalite her geçen gün düşmeye devam edecek. Kalite düştükçe insan profilinin kalitesi de düşecek.

Kendini sokarak intihar eden bir akrep gibi insan da kendini zehirleyerek öldürecek insanlığı.

Adam Smith’in söylediği gibi “kötü para iyi parayı piyasadan kovar.” Her anlamda kanıtlanmış olan bu önerme hayatın her alanı için geçerlidir. Hiçbir dürüst işletmeci hile yapan rakibiyle başa çıkamaz. Yani kötü iyiyi kovar. Yani hırsızların olduğu bir piyasada dürüstlerin ayakta kalması mümkün değildir.

Söylemek istemesem de kötü olanlar her zaman kazanır. İyilerde bu dünyadaki günlerini sessizce tamamlayarak silinir giderler.