Gülten Çiçek ile ilgili anılarıma bugün de devam edeceğim. Önce bir şiirini aktarayım:

“Özlerim ben seni seninle bile

Vuslat mı, hasret mi adını sen koy.

Aşkınla yakıp da düşürdün dile

Sevgi mi, nefret mi adını sen koy.

 

İlk ve son aşkımdın gençlik çağında,

Sevgi çiçeğimdin gönül bağında,

Öyle yer etmiştin kalp otağında,

Sıla mı, gurbet mi adını sen koy.

 

Aşkının ateşi yakar kavurup

Rüzgârım olursun aşkla savurup

Bağrımı delersin bakınca durup

Nazar mı, hiddet mi adını sen koy.

 Gazetecilik arzusu ve heyecanı ile tutuşan Gülten Çiçek’in eline tipometreyi vereceğim, On iki puntonun bir kadrat ettiğini öğreteceğim. Tipometrenin arkasındaki, önündeki muhtelif çizgiler yardımıyla kaç santimlik yüksekliğe hangi puntodan kaç satır yazı gireceğinin pratik olarak nasıl bulunabileceğini anlatacağım. Fotoğraf nasıl büyütülür, nasıl küçültülür, ebatları nasıl hesaplanır göstereceğim. Ama gazete yeni. Arşivi yok. Bu genç arkadaşımıza, yoktan bir arşiv var etmesi görevini verdim. Bir yandan zarflar arasında çabalıyor, bir yandan beni izliyor.

Bir tarihten sonra, önüne mizanpaj kağıdını ve tipometreyi koymayı amaçladım. Ne yazık ki, o günlerde annesini kaybetti. Daha sonra Haber gazetesi onu elimden kaptı.  Benim yapamadığımı o zaman bu gazetede çalışan Hasan Karayavuz yaptı. Kısa bir süre sonra Haber gazetesinin bütününü hazırlamaya başladı.

1970'li yılların sonuna doğru, kağıt sıkıntısı var. SEKA ancak gazete ve dergilere tahsis yapabiliyor. Kağıt tüccarları, tahsis alabilmek için birer kültür havarisi kesildiler. Her biri ikişer üçer kültür ve sanat dergisi çıkarmaya başladılar. Bize de iş çıkıyor. Bir ara üç dergiyi birden hazırlıyordum. Üniversiteden mezun olmasına rağmen, gazetecilikte karar kılan genç arkadaşımızın da bir kaç dergi hazırladığını hatırlıyorum. Sonra bağımsızlığını ilan etti. Size dergisini kendi adına çıkarmaya başladı. Güldük geçtik. Bir çoğumuz üç sayı, beş sayı, haydi bilemediniz bir yıl içinde pes edeceğini sanıyorduk. İki yıl, beş yıl, on yıl, onbeş yıl.. Size dergisi yirmibeş yılını devirdi ve bana plaket bile verdi.  Dergiyi o günden bu güne ulaştıran yolun engebelerini, taşlarını, dikenlerini şöyle bir gözümün önüne getiriyorum da, Rahmetli Gülten Çiçek'in gastritle, ülserle nasıl boğuştuğunu tahmin edebiliyorum.

Bu anılarımdan “Zaferim” adlı kitabı hakkında yazı yazarken da söz etmiştim. Gülten alçakgönüllülüğünün bir göstergesi olarak şiirlerini dergisinin son sayfasına koyardı. Şiirlerinden bestelenmiş şarkıları zaman zaman radyolarda, televizyonlarda dinlerken, "Bizim Gülten"in diye yanımdakilere söylerdim. Daha önce "Adını Sen Koy" ve "Elden Ele Meşale" adlı kitaplarını beğenmiştim.

Herhangi bir kişi bir kitap yazar ve adını “Zaferim” koyarsa, garip karşılar, dudak bükerim. Oldum olası böbürlenmeyi sevmem. Ama Gülten Çiçek kitabına “Zaferim” adını verirse, işte orada dururum. Hak veririm.

Niçin?

Onca imkansızlıklara rağmen bir kültür dergisini yaşatmak, ödüller kazanmak bir zaferdir. Ama o alçak gönüllüdür.  Bu başarısını zafer sayanlardan değildir. "Zaferim"i açıp "Sevgili Eşim Zafer'e" ithafını okuyunca, ona hak verdiğim için kendime de hak verdim.

Şu satırlar aynen Gülten'in:

"Kırk yaşıma kadar süren yalnızlığımdan sonra ben yerine artık biz dediğim bir devreye girdim. Daha önce kendi başıma yaşadığım günümü, gecemi; sevincimi, hüznümü paylaştığım bir güzel insan var artık. Sevgili eşim Zafer'im..."

Yukarıdaki senaryoda okudunuz. Sekiz on yıl önce bana Zafer’le çok mutlu olduğunu söylemiş, “Zafer’i Tanrı çıkardı karşıma” diye eklemişti. “Zaferim”de de doğruluyor.  

Acaba Tanrı, bu mutluluğu çok mu gördü?

Hayır. En güzeli bardağın dolu tarafından bakmak. “Tanrı, hiç olmazsa ömrünün beş on yılını Zafer’le birlikte mutlu geçirmesini lütfetti” demek doğru olanı. Ruhu şad olsun sevgili Gülten’in. Toprağa düşen teni, gül olsun da açsın gönüllerde...