“Her milletin psikolojisini o milletin mitolojisi belirler” der Freud. Dünya üzerinde kendi mitolojisini bilmeyen tek millet olabiliriz. Çünkü öğretilmiyor.

Türkiye’de Türk Dili ve Edebiyatı araştırmalarının (Türkolojinin) kurucusu Prof. Mehmed Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatının bütün ürünlerini terazinin bir kefesine, Dede Korkut Hikâyelerini de diğer kefesine koysanız Dede Korkut daha ağır gelir” diyecek kadar önemsediği bu hikâyeler neden bu kadar önemlidir?

Yunan mitolojisini hatta İskandinav mitolojisini Türk mitolojisinden daha iyi biliyor olabiliriz. Misal; Yunan mitolojisindeki uçan at Pegasus’u bilmeyenimiz yoktur. Uçan at, Arap mitolojisinde Burak’tır. Hz. Muhammed’i göklere yükselttiği söylenen at. Onu da biliyoruz. Peki Türk Mitolojisinin uçan atını Tulpar’ı biliyor muyuz? Kazakistan ve Moğolistan bayraklarındaki kanatlı at, Türk mitolojisinin kanatlı atı Tulpar’dır. Kırgızların Manas Destanı’nda bu uçan kanatlı atlardan söz edilir. Arkeolojik olarak da Kazakistan’da keşfedilen Esik Kurganında bulunan Altın elbiseli adam isimli elbisenin başlığında da Tulpar figürü vardır. Tulpar, Türk, Kırgız ve Altay mitolojilerinde geçer. Genelde beyaz veya kara (tek renk) bir at olarak betimlenir. Beyaz kanatları vardır ve Kuday (Tanrı) tarafından yiğitlere yardımcı olması için yaratılmıştır. Dünyanın en uzun destanı olan Kırgızların Manas Destanı’nda, Manas'ın ünlü savaşçılarının sürdüğü kanatlarıyla rüzgârdan hızlı koştuğu söylenen efsanevi atlar. Başkurt inançlarına göre kanatlarını hiç kimse göremez. Tulpar kanatlarını yalnız karanlıkta, büyük engelleri ve mesafeleri aşarken açar. Eğer birisi tarafından Tulpar’ın kanatları görülürse, Tulpar’ın kaybolacağına inanılır. Bir Kumuk atasözünde şöyle der: Tulpar yerün birevü buççağunda bulsa da, öz yılkısın tabar. (Tulpar dünyanın bir başka köşesinde olsa da, kendi sürüsünü bulur.)

Şimdi, Türk mitolojisinden Kitab-ı Dedem Korkut’un en önemli öykülerinden birini Deli Dumrul’un öyküsünü birlikte hatırlayalım; Oğuz Boyları’nın yaşadığı Kafkaslar-Doğu Anadolu Bölgesi’nde ve muhtemelen 9-11. yy arası bir zamanda geçer. Deli Dumrul adlı delişmen bir yiğit, kurumuş bir çay üzerinde bir köprü yapmıştır ve buradan geçenden 33 akçe, geçmeyenden ise döve döve 40 akçe almaktadır. (Laf aramızda, bizler de bugün geçmediğimiz köprülere paralar ödemiyor muyuz?) Bir gün yakın bir obadan çığlıklar ve ağıt sesleri gelir; bir yiğit ölmüştür ve bütün ahali yasa boğulmuştur. Deli Dumrul o yiğidin öcünü almak ister ve onun canını alan kişinin Azrail olduğunu öğrenir. Atına atlayarak Azrail’in peşine düşer, onu yakalar ve dövüşür. Azrail bu delinin elinden kurtulup Ulu Tanrı’nın yanına gider, durumu anlatır. Deli Dumrul’un Tanrı iradesine kafa tutması Tanrı’yı kızdırmıştır ve Azrail’e emrederek Deli Dumrul’un canını almasını ister. Azrail bu defa heybetli ve korkunç haliyle Deli Dumrul’a görünür ve onu boyun eğdirerek “Tanrı emriyle canını almaya geldim” der. Deli Dumrul çok korkar ve Tanrıya boyun eğerek kendisini bağışlaması için yalvarmaya başlar. Tanrı merhamet eder ve Dumrul’a; “cana karşılık can bulursa bağışlarım” der. Deli Dumrul önce babasına, sonra annesine giderek durumu anlatır ve canlarını kendisi için vermelerini ister. Her ikisi de, “dünya şirin can tatlı” diyerek Dumrul’u geri çevirir. Ve sonunda Dumrul’un eşi, el kızı olmasına rağmen “canım sana kurban olsun” diyerek kabul eder. Fakat Azrail eşinin canını almaya geldiğinde, Dumrul Tanrı’ya, yakarır ve; “ya bizi bağışla ya da ikimizin de canını al”der. Tanrı, Deli Dumrul’la karısını bağışlar, 140’ar yıl ömür verir ve Dumrul’un kocamış ana babasının da canlarını alır.

Bu öyküye yer verdim. Çünkü çok değerli bir eserden bahsetmek istiyorum; Prof. Bilgin Saydam’ın “Deli Dumrul’un Bilinci” adlı eserinden. Bu eserini Sn. Bilgin Saydam; ‘Türk-İslam ruhu üzerine bir kültür denemesi’ alt başlığıyla tanımlar. Bu kitap, başvuru kaynağı niteliğinde ülkemizde türünün ilk ve özgün bir örneğidir. Yazar; “Yaşantıların çökeltisi olarak belleğin çözümlenmesi, bilinmeyenin bilinebilir hale gelmesi, T. Kuhn’un ifadesiyle: ‘paragmatik bir sıçrayıştır,’ diyor. bu bağlamda ‘antik zamanların psikolojisi olarak mitoloji, modern zamanların mitolojisi olarak psikolojinin yöntemleriyle bilinebilir hale getirilerek bilince dökülebilir.’ Psikanalizin üstadlarının dediği gibi, eğer mit’ler halkların kitle rüyaları/fantezileri ise, mitolojik öyküleri çözerek bilince dair derin bilgilere ulaşabiliriz,” der. “Her türlü ifade öyküsellik içinde anlam kazanır. Ben, öykülerimle ‘ben’ olurum. İnsan, bizzat öyküsüdür, kimliğini öyküsü belirler. Herkes bir öyküyü yapar ve yaşar. Bunun tersi de doğrudur: Öyküsü, insanı yapar/yapılandırır. Bilmek-anlamak isteyen zihin için her şey ve her olay, öyküsüyle anlamlıdır. Mit terimini, alışıldıktan daha geniş çerçevede, ‘yaşayan, yaşatan ve yaşanan öyküler’ tarifiyle kullanır,” Bilgin Saydam.

Deli Dumrul’un öyküsü basit bir öykü değil bir dönüşümün öyküsüdür. Yazar psikomitoloji yöntemiyle öyküyü çözümler. Deli Dumrul, kurumuş çay üzerine, yani yaşam imkânları azalan sürekli göçerek hayatta kalacakları yurtlar arayan topluluğun üzerine, geçim yolu yani köprü inşa etmiş, bir tür zorba liderlik-devlet kurmuştur. Ancak sürekli ilerleyen Arap orduları (Azrail) karşısında alınan yenilgiden sonra ‘daha güçlü olana’, İslam’a boyun eğilir. Tek ve kadiri mutlak Tanrı ile tanışılır. O’nun otoritesi kabul edilir ve geçmişin terk edilmesi-ölmesi (kocamış ana-baba) karşılığında yeni ve daha uzun bir ömür (Türk- İslam ruhu) elde edilir. Elkızı, yani Müslüman toplulukların, animist-şamanist Türklerle iyi ilişkiler ve alışveriş içerisine girerek yeni bir hayat, aile ve yaşam tarzına kapı açar.

Örneklemeye çalışacak olursak, Türk mitolojisinde; kopuzun ezgisiyle Gök Tanrı katına varmak maksadıyla kendinden geçen, koyun derisinden harmaniye benzer uzun kaftanının eteklerini savura savura dönen kamı veya Türk şamanını düşünelim.  Nitekim birkaç bin yıl sonra aynı soyun çocukları İslam imanıyla teslim olunan, Allah’ın huzurunda benzer ezgiler eşliğinde döne döne Hacı Bektaş’ta “Semah”a, Konya’da “Sema’a” duracaklardır.