Kültür topumda yaşayan insanların bütün öğrendikleri ve paylaştıklarını kapsayan bir kavram... Davranış bilimlerinin incelediği hemen her şey kültür tarafından biçimlendirilmişler.
Örneğin dünyaya gelen bir çocuk, dilini, dinini, yiyip içmesini, çevresini, sosyal yaşantısını, çocuk yetiştirmesini, bilgi kurallarını, manevi değerlerini hatta ölümden sonraki yaşantısını da belirli bir kültür kalıbı içerisinde öğreniyor. Zamanla kültürün koyduğu kurallar bizim parçamız haline geliyor.
Kültür doğuştan öğrenilmez. Biyolojik kalıtımla da kuşaktan kuşağa geçmez. Topluma her katılan üye bunu öğrenerek geliştirir ve giderek bunlara duygu yükler. Kültür insanların kullandıkları dil sayesinde yayılır ve insanlar arasındaki etkileşim sonucu doğup gelişir. Her toplumun farklı düşünce, inanç ve değer sistemi var. Her düşünce kalıbı yaşadığı kültür içinde önemli ve geçerli. Kültürün teknoloji, üretim, beceri gibi alanları içeren maddi ve toplum hayatını düzenleyen değer. İnanç, yasa, gelenek, görenek ve ahlak kurallarından oluşan manevi öğeleri var.
Halk kültürüyle halk edebiyatının birbirlerinden etkilenmesi doğal. İnsan hayatının her evresinin, yaşadığı her maddi ve manevi ortamın, karşılaştığı her kavaramın kültürle bağlantısı var. Halk edebiyatı ürünleri de aynı zaman ve mekânla bağlantılı. Bir birleriyle kesişiyor, bir birlerini belki farklı bir şekilde anlatıyorlar.
Bu söyleşimizde aklımıza ilk gelenlerden su, toprak ve ağacın kültürümüzde, folklorumuzda nasıl yer aldıklarını ve halk edebiyatımızdaki uzantıları konusunda düşüncelerimi sunmak istiyorum:
Söze su ile başlayabiliriz:
Türklerin İslam olmadan önceki şamanlık dönemlerinde suyu kutsal kabul ediyorlardı.
Türk mitolojisinde kutsal ırmaklar önemli bir yer tutmakta. Uygurlar, Orhun ve Selenga nehirlerinin birleştikleri yeri kutsal saymaya devam etmişlerdir. Çünkü onların atalarının bu iki nehrin kavşak noktasında gökten inen nurdan doğduğu ve yaratıldığına inanılıyordu.
Kıpçak ve Yakutlardan Moğollara kadar pek çok Türk Kavmi, İrtiş'ten Lena ve Yenisey nehirlerine kadar pek çok suyu kutsal sayar, bu ırmakların doğduğu yeri dünyanın başlangıcı, denize döküldükleri yeri de sonu olarak kabul ederlerdi. Bu nehirlerin kaynağı cennetteydi.
Efsanelerde Kırgızlara göre Kırgız Han, Göktürklerde Abakan Han, Altaylarda Talay ve Yayık Han birer su, ırmak ve yağmur tanrılarıydı.
Kırgızların Manas destanında Yakup, karısı Han Hatun'un kısırlığından yakınarak diyor ki "Bu Çırıçı'yı alalı on dört yıl oldu. Bir çocuk koklayamadım. Bu hatun mezarlı yerleri ziyaret etmiyor. Elmayı yerlerde yuvarlamıyor. Kutlu pınarlar yanında gecelemiyor."
Kazaklarda kadınları kısır olursa, çölde tek başına bir ağaç, bir kuyu veya bir su yanında durup, bir koyun keser ve gecelerlermiş.
Dede Korkut hikâyelerinde bir hatun, erkek evlat istediğinde, kuru kuru çaylara şarap döküp kara giyimli dervişlere adaklar verirmiş.
Dede Korkut kitabında Salur Kazan suya haber sorar ve onu över.
"Çağıl çağıl kayalardan çıkan su
Ağaç gemileri oynatan su
Hasan ile Hüseyin'in hasreti su
Bağ ve bostanın ziyneti su
Âyişe ile Fâtıma'nın bakışı su
Koç atların gelip içtiği su
Kızıl develerin gelip geçtiği su
Ak koyunların gelip çevresinde yattığı su
Yurdumun haberini biliyor musun söyle bana
Kara başım kurban olsun suyum sana"
Türkler için su, nasıl güzel ve nasıl mukaddes bir hayat kaynağı ise; susuzluk da bir o kadar derin bir felaket, bir o kadar ümitsizlik ve göç sebebidir