Çocukluğumun geçtiği Şarkışla’da, sabahları pencereden baktığımda, camı kaplayan yıldız yıldız buzlanın erimesi için nefesimi üfler dururdum. Buzlar eriyince, dışarıda, toprak damlı evlerin üzerindeki komşuları görürdüm. Sabaha kadar yağan karları kürürlerdi.

“Şans” adını taşıyan bir şiirim var. Onun bir bölümü şöyle: “Çıktılar damlarını kürümeye, / Toprak damlarını / Konular komşular... / ‘Bire Hasan’ dedi Osman, / Bir hoş, keyiflice; / ‘Şeker olsaydı yağan, yağan kar, / İnceden ince..’ / Bir acı gülümsemeydi Hasan’ın dudaklarında yayılan; / Ağzından püskürürken buhar, / Karşılık verdi üzgün, manidâr: / ‘Hiç buralara yağar mıydı/ Şeker olsaydı kar!..’” Çocukluğum, günümüzün ölçülerine göre yoksul bir çevrede geçti. Her evde toz şeker bulunmazdı. Övünmesini seven bir arkadaşımızın, içine toz şeker serpiştirilmiş yufka veya bazlama dürümünü yerken, “Şekersiz yiyemem, anam beni böyle alıştırmış” dediğini hiç unutamam. O yıllar toz şeker bulamayan bizlere, şimdi doktorlar şekerden uzak durmamızı öğütlüyorlar. Velhasıl ağız tadına hasret gideceğiz.

Bu günlerde ülkemizin büyük bir bölümünde pencerelerimizi beyazın en ak rengi süslüyor. Kar yağıyor. Dağa, ormana, ağaca, yola, çatıya...Televizyonda yurdun dört bir yanından görüntüler izliyoruz: Bıyıkları beyaza kesmiş dedeler, paltolarının eteklerinden evlerin sofalarına döküyorlar yumuşacık karları...

Şubat ayı içerisinde lapa lapa kar yağarken hayata veda eden, Cenab Şehabeddin’in kar musikisi, “Elhan-ı Şita”sını hatırlarsınız: “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş, /Eşini gâib eyleyen bir kuş gibi kar /Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar ...” Bu şiiri okurken gözlerimin önünde kar, bazen lâpa lâpa yağar, bazen şöyle bir savrulur, bazen bir tipi olur yüzüme çarpar. Kar musikisini en güzel anlatanlardan biri şüphesiz ki Yahya Kemal’dir:

“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu;

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu. ...”

Eski günlere dönebilsem de, “kar”la ilgili bir program yapsaydım, önce ninemin anlattığı, gökyüzünde yaşayan kar kadınlarının, bohçalarında biriktirdikleri sulu pamukları boşaltınca karın yağdığı masalını, bir yere sıkıştırırdım. Haritayı karşıma alırdım: İşe Rumeli’den “Kar yağar alçaklara” adlı türküyle başlardım. İnerdim Kütahya’ya, “Kar mı yağdı Kütahya’nın başına” türküsünü eklerdim. Gelirdim İç Anadolu’ya Kayseri Pınarbaşı Emayıl köyünden “Kar yağar burum burum”u da alırdım. Doğu Anadolu’nun kapısını Sivas’ta açar, eşlemeli türkülerin güzel bir örneği olan “Kar yağar bardan bardan”ı kadınlar ve erkekler korosuna karşılıklı söyletirdim. Trabzon Çaykara’ya çıkarak “Kar yağayi yağayi” yi kemençe eşliğinde söyletirken, Elazığ’a iner, “Kar mı yağmış şu Harput’un başına” türküsünü de peşine eklerdim. Elazığ’dan Diyarbakır’a geçer “Kar yağar karın üstüne”yi alırdım. Zaman olursa Bayburt’tan da “Kara basma iz olur”u eklerdim. Uzun havasız program olmaz. Neriman Altındağ Tüfekçi’yi konuk eder, ona da “Karlı dağlar karanlığın kalktı mı”yı söyletirdim. Bir aksilik olur diye “Pencereden kar geliyor, aman anam gurbet bana dar geliyor”u yedekte tutardım. Programın sonu hareketli olmalı deyip “Kar yağıyor yağıyor / Mantomu giyeceğim”le yarım saatlik programı bitirirdim.

Kar ne kadar çok yağarsa yağsın, yaza kalmaz diye bir atalar sözümüz vardır. Karın çok yağması bereket anlamındadır Anadolu’muzda. “Kar yılı, var yılı” sözü bunun için söylense gerek. Karlı günlerde, doğduğum yörede söylenen “Ben yanarım yavruma, yavrum da yanar yavrusuna” deyimini hatırlarım. Size öyküsünü anlatayım:

Adam, evinin damındaki karları kürümekte, anası da oğlu üşür hastalanır diye kaygılanmaktadır. Bir kaç kez, aşağıdan seslenir:

“Oğul yeter artık. Üşüyüp hastalanacaksın.” Adam aldırmaz, damın başında oyalanır. Yaşlı kadın kundaktaki torununu kucakladığı gibi, getirip karların üzerine bırakır. Bunu gören adam:

“Ana, ne yapıyorsun? Delirdin mi” diye damdan inip yavrusuna koşar. İşte bunun için: “Ben yanarım yavruma, yavrum da yanar yavrusuna” derler.