Geçen hafta ölüm üzerine düşünmenin şimdilik bize kaldığını söylemiştim. Bu hafta, o düşüncenin izini biraz daha sürüyor; zamanın, faniliğin ve ölümsüzlüğün mitlerle yoğrulmuş hikâyelerine dokunuyorum:
Bir zamanlar gökyüzünde üç kardeş vardı: Eos, Helios ve Selene.
Şafak tanrıçası Eos, her gün, dünyayı ilk ışığıyla uyandırır, gökyüzünün kapısını aralardı. Şafağın pembesini, uykudan uyanan dünyanın üzerine serperdi. Kuşlar onun fısıltısıyla öter, çiçekler onun dokunuşuyla açardı.
Eos’un kardeşi Helios, gökyüzünde altın bir arabayla yol alan ve yeryüzüne ışık saçan Güneş Tanrısıydı. Her sabah Helios’un yolunu Eos açardı. Her gün doğudan batıya doğru gökyüzünde yol alarak gece ve gündüz döngüsünü oluştururdu. Tarlalar, dağlar, denizler onun bakışıyla parlar, hiçbir sır Helios’un gözünden saklanamazdı. Gün batımında Helios yavaşça batıya inerken, gökyüzünde bir sessizlik olurdu. Ardından Ay Tanrıçası Selene, geceyi taşırdı. Gümüşten bir taç takar, serin bir ışıkla gökyüzünü süslerdi. Onun ay ışığında deniz pırıltılı bir örtüye bürünürdü.
Eos, Helios ve Selene, gökyüzünün üç kardeşi, birbirine bağlı ama bir araya gelmeyen, her biri kendi yolculuğunu yapan göksel figürlerdi. Sabah, gündüz ve gece onların armağanıydı. Ve her yeni gün, bu döngünün yeniden başlayışını fısıldardı.
Bu üç kardeşten güzelliğiyle tanınan Eos, günün birinde bir ölümlüye, Tithonus’a aşık olur. Öylesine derin bir aşktır ki bu, sonsuza kadar onunla birlikte olmak isteyen Eos, Zeus’a yalvarır. Zeus Eos’un isteğini kabul eder ve Tithonus’a ölümsüzlüğü bahşeder. Ancak, Eos bir şeyi unutmuştur, sevgilisine sonsuz hayatın yanında sonsuz gençliği de armağan etmeyi.
Zaman, Tithonus’u bağışlamaz.
Yıllar geçtikçe her gün aynı tazelik ve güzellikle uyanan Eos’un yanında, Tithonus’un bedeni giderek yaşlanır, büzüşür, güçten düşer, ama ruhu hep diri kalır ve asla ölemez. Eos, sevgilisinin bu haline üzülür ama onu terk etmez.
Sonunda, Tithonos’un hali öylesine dayanılmaz olur ki, Eos onun sesini bir çekirgeye dönüştürür; böylece sesi hep çıkacak ama bedeni minicik bir kabuğa sıkışmış olacaktır. Bazı mitlerdeyse, Eos Tithonos’u bir odaya kapatır, orada yalnızca sesi duyulur.
“Tithonus’un hikâyesi, insanoğlunun en eski hayallerinden birine dair uyarıcı bir yankı gibidir: Ölümsüzlük.”
İki farklı coğrafya, iki ayrı mit… Ama aynı özlemin peşinde yürüyen iki insan: Gılgamış ve Tithonus. Biri bir kral, diğeri bir âşık; biri ölümsüzlük uğruna yollara düşer, diğeri ölümsüzlüğü kucağında bulur. Ama ikisinin de yolu, yaşamın anlamına çıkar.
Binlerce yıl önce Mezopotamya’nın sıcak topraklarında, Uruk’un taşları kadar eski bir söylence yankılanır: Gılgamış… Ölüme meydan okuyan bir kral, insanın en büyük korkusuna karşı verdiği amansız mücadelede, sonsuz yaşamın peşinden koşar. Onun yolculuğu sadece uzak diyarlara değil, insan ruhunun en derin boşluklarına da açılan bir kapıdır.
Ölümün kaçınılmazlığına isyan eden Gılgamış, aslında kendi varoluşunun anlamını arıyordu. Ölümsüzlük arayışı da, yaşamı anlamakla, sınırlarını kabul etmek arasında gerilen ince bir çizgi gibiydi.
Gılgamış, tarih sayfalarında var olmuş bir kraldır; Uruk’un gerçek sahibi, toplumun hafızasında yatan bir figür. Fakat onun ölümsüzlük arayışı, yalnızca tarihî bir olay değil, zamanla katmanlanan efsanelerle dokunmuş bir insanlık deneyimidir. Gılgamış’ın hikâyesi, kökleri tarihe uzanan, dallarıyla mitolojiye değen bir ağaç gibidir — hem toprağa hem sonsuza bağlı.
Gılgamış Destanı’nın ortaya çıkışından yaklaşık bin yıl sonra, Yunan mitolojisinin gökyüzünde başka bir ölümsüzlük öyküsü yükselir. Şafak Tanrıçası Eos, ölümlü genç Tithonus’a aşık olur ve ona tanrısal bir armağanla sonsuz yaşam verir. Ancak ölümsüzlük, gençlik ya da dirilikle eşdeğer değildir.
Zaman ilerledikçe Tithonus’un bedeni yaşlanır, gücü tükenir, kırışıklıklar içinde unutulmuş bir varlık haline gelir. Ölümden kaçan bu sonsuzluk, onun için bir lanettir; çünkü yaşamın tadı, sınırlarının içinde anlam kazanır. Eos’un sevgisi, Tithonus’u ölümsüz kılmış ama onu yaşamdan mahrum bırakmıştır.
Gılgamış’ın ölümsüzlüğe duyduğu tutkulu arzu, insanın kendi faniliğine başkaldırısıdır. Bu arzu, yaşamı daha derin, daha kalıcı kılma çabasıyla yanar; ölümsüzlük, onun gözünde yüceliğin ve gücün simgesidir. Ama bin yıl sonra Tithonus’un kaderi, bu arzunun nasıl bir azaba dönüşebileceğini gösterir.
Sonsuz yaşama kavuşmak, yaşamın özünü değil, sadece süresini uzatırsa, ölümsüzlük bir kurtuluş değil, bir mahkûmiyet olabilir.
Gılgamış’ın arayışı umutla, Tithonus’un sonu ise iç içe geçmiş bir yalnızlık ve tükenmişlikle örülüdür. Belki de ölümsüzlük, Tanrılardan çalınacak bir sır değil; insana ait olan, sınırlı ömrün içinde anlamla büyüyen bir şeydir. Gılgamış’ın destanını yüzyıllar boyunca diri tutan, onun sonsuzluğu ararken geride bıraktığı izdir. Bugün hâlâ ondan söz ediyor olmamız, Gılgamış’ın aradığı ölümsüzlüğe; anlatılmaya devam eden hikâyesiyle kavuştuğunu gösterir.
Tithonus’un hikâyesi, sadece sonsuz bir bekleyiştir; kahramanlıkla değil, unutuluşla yoğruludur.
Öyleyse gerçek sonsuzluk, zamanın dışında değil; yaşarken dokunulan hayatlarda, söylenen sözlerde, anlatılan hikâyelerde saklıdır. İnsan, belki de en çok faniliğiyle kalıcıdır.
Çünkü her hikâye bir sona ulaşır; ama iyi ve iyi anlatılmış bir hikâye, zamanın kendisinden daha uzun yaşar..