“Yalnızca bir günah vardır. Tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın çeşitlemesidir. Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun.

Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur. Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan; bu, ister bir can olsun, isterse bir dilim nan (ekmek) aşağılıktır.” Bu sözler, Khaled Hosseını’nin  yıllar önce okuduğum “Uçurtma Avcısı” adlı kitabındandır.

Yine, kült bir acının sahibi olduk. Saf, derin, katı, ağır, yiğitlerin şehit düşmeden önce beklediği; sisli, puslu, karlı, buzlu dağlar gibi; soğuk, katı, göğün sonsuzluğuna değin derin, kararmış gümüşten, nur topu gibi bir acımız var yine. Bayraklar, kırık dökük evlerin duvarlarında bu soğuk, katı, ağır kederle sallanıyor. Kalbi olan herkes, kalbini kazıdı, bu kederi de diğerlerinin yanına, kazıdığı yere yerleştirdi.

 Henüz doğmayan bebekten, küçücük çocuklardan, babaları çalındı. Kadınların eşleri, sevgilileri, ana, babaların biricik evlatları çalındı. Yürekli çocuklarınsa hayatları, hayalleri çalındı. Geride kalan eşyaları bavullara konuldu. Bavullar ve içindeki eşyalar, sahipleri yanlarında olmadan yalnız bir yolculuğa çıktı. Koğuştaki hiç uzanamayacakları yataklarına, bayraklar serildi.

Ramazan Günay, Mehmet Serinkan, Çağatay Erenoğlu, Yasin Karaca, Emre Taşkın, İsmail Yazıcı, Abdülkadir İyem, Ahmet Arslan, Cebrail Dündar, Semih Yılmaz, Kemal Aslan, Enes Budak… 22 Aralık’ta peş peşe gelen şehadet haberleriyle, şehit olduklarını öğrendiğimiz, yiğitlerimiz, canlarımız, evlatlarımız. Her birini, sonsuz dua, minnet ve rahmetle anıyoruz. Ruhları şâd olsun…

40 yıldır bitmeyen terör yüzünden çocuklarımız ölüyor. Neden? dediğimizde; terör, PKK, YPG vs. açıklamaları yapılıyor. Bu kadar mı? Biz uzun zamandır, dış güçlerle savaşıyoruz aslında. Terör örgütleri de bu dış güçlere hizmet ediyor.

***

İlkokul birinci sınıfın ilk günleriydi. Sınıfımızın bulunduğu katta sadece 1.sınıflar vardı. Teneffüste tek başıma bahçeye çıktım, amaçsız şöyle bir dolaştım. Çılgınca koşan çocuklardan kendimi sakınarak, tekrar okul binasına girdim. Sınıfım alt kattaydı, merdivenlerden indim, upuzun koridorda ilerledim. Bütün kapılar açıktı, kalabalıktı, yeni düştüğüm bu dünyada, alışık olmadığım bir gürültü ve uğultu vardı. Bizim sınıfın önüne geldiğimde, öğretmenimin sınıfta olduğunu, başka bir öğretmenle, masanın yanında ayaküstü konuştuklarını gördüm. İçeri girdim, sırama gittim, bir de ne göreyim? Çantam yok! Çantam sıramda değildi, hiçbir yerde değildi. Tam o sırada ders zili de çalmıştı. Çocuklar sınıflara doluşmaya çalışırken ben kimseye bir şey söylemeden, sınıftan, sonra okuldan, sonra da kapısında görevli olmayan bahçeden dışarıya çıktım. Çantam yoktu ve ben eve gidiyordum. Anneme söylemeliydim başıma geleni. O zamanlar, evimiz işlek caddelerin kesiştiği beş yol ağzında, bir köşedeydi. Yalnızdım, daha 7 yaşıma bile girmemiştim. Sanırım hayatımın ilk yalnız yolculuğunu, o gün, okul ile ev arasındaki o yolda yaptım. Arabaları kontrol ederek karşıdan karşıya, koşarak geçtim. 4.kata tık nefes tırmandım. Kapıyı çaldım, annem kapıyı açıp, bir saat önce, okula bıraktığı beni, karşısında görünce çok şaşırdı. “Ne oldu, sen nasıl geldin?” dedi. Nefes nefese “çantam yok, galiba çantamı çalmışlar” dedim. “Niye çalsınlar, olur mu hiç?” Dedi. Birlikte tekrar okula döndük. Biz okula gelene dek yine teneffüs olmuştu. Annemle birlikte sınıfıma girdik, sıramın olduğu yere geldik. Küçük, siyah dikdörtgen çantam, sabah bıraktığım yerde öylece duruyordu. Şaşırma sırası bana gelmişti. Nasıl olurdu? Daha demin yoktu!.  Meğer, bizim öğretmen, teneffüste yan sınıfa gitmiş. Öğretmenimi orda görünce bizim sınıf diye dalgınlıkla, girivermişim. Çantam kaybolmamıştı, çalınmamıştı da. Kaybolan bendim..

Bir şeyi yanlış yerde arıyorsak, bulamıyoruz. Tıpkı Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki gibi; Hoca, evinin bahçesinde telaşla bir şey arıyormuş. Onu gören komşuları, ne aradığını sormuşlar. “yüzüğümü kaybettim, onu arıyorum” demiş. Yardımcı olmak amacıyla onlar da aramaya başlamışlar. Bulamamışlar. “hocam, yüzüğü burada kaybettiğinden emin misin?” diye sormuşlar. Hoca, “yok, burada değil, evin içinde kaybettim.” Demiş. “E, o zaman neden evde aramıyorsun?” demişler. Hoca, “evin içi karanlık, burası aydınlık, o yüzden burada arıyorum” demiş.

Toplum olarak çok uzun zamandır, çok şeyi yanlış yerde arıyoruz. Yanlış yollarda aradığımızı bulamamakla kalmıyor, ağır bedeller de ödüyoruz.

İki ucu sivriltilmiş bir kurşunkaleme dönüşmüş memleket, yazmaktan ziyade, karşısındakine batırıp canını acıtmak için kullanılan bir silaha benziyor.

Rüzgar yokken, deniz çarşaf gibi olur, su, pırıl pırıl görünür. Rüzgar çıkar, deniz dalgalanır. Suyun dibindeki kum yerinden kalkar, suyla çalkalanır, bulanık bir görüntü olur. Dalga dinince, kum da sakince dibe çöker. Su yeniden durulur. Memleket kumlu su gibi görünüyor, bulanık. Dalga dinmiyor, su durulmuyor. Su ve kum asla iç içe geçmez. Oysa kumlu su gibi değil, orta şekerli kahve gibi, tuzlu ayran gibi, mis kokulu çay gibi,  tuzlu deniz suyu gibi, olabilmek vardı. Çeşitli, uyumlu ve hoşgörülü. Uzun zaman önce, öyle olduğumuz zamanlar da yaşanmıştı. Ama uzun zamandır kumlu su gibiyiz, ayrışık. Yanlış yerlerde dolaşarak arıyoruz bulmayı umduklarımızı. Toplum olarak, akıl ve sağduyuyla, dış kaynaklı, ülkeyi bekleyen tehditleri hep birlikte görebilmeli ve bir arada olabilmeyi başarmalıyız. Siyasi görüşleri, eğitimi, kültürü, giyim kuşamı, yaşamı birbirinden farklı, bireylerden oluşan toplumda; şehidimiz olduğunda;  kalbi olan her bir birey tüm farklılıklardan azade nasıl aynı acıyı kalbinde hissediyorsa, aynı insani özün yüceliğini duyumsayarak birlik duygusunu yakalamalıyız.

Aksi halde, ya kaybolanın, kendimiz olduğunu farketmeden olmadık yollara düşeceğiz ya da  birileri tarafından çalınmaya devam edeceğiz..