Pek beceremem. İroni yapmayı becerseydim, kıyıda köşede kalmış bir yazar yerine ünlü olurdum. Yayınevleri kitaplarımı basmak için kuyruğa girerdi. İroni olsun diye dünkü yazımın başlığını “Amma ve lâkin” koymuştum. Sonra “Vehbi’nin kerrakesi”ne telmihte bulunmuştum. Konumuz tekkelerdi.

Osmanlı Devleti bu kurumlara bir disiplin getirmek üzere, 1918 yılında yeni bir tüzük yayımladı ve bu tüzükte tekkeler yeniden tanımlandı, şeyh ve dervişlerin nasıl davranmaları gerektiği konusuna açıklık getirildi. Belli ki tekkeler saygınlıklarından uzaklaşmıştı.

Kurtuluş Savaşı esnasında, tekke ve zaviyelerin bir kısmı ulusal direnişin yanında yer alırken, adlarını yazmayayım, köktendinci şeyhlere bağlı tarikat üyelerinin, saltanat ve hilafet yanlısı bir tutum içinde oldukları görüldü. Bu kesimin, Cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılması üzerine “din elden gidiyor!” yaklaşımıyla bu büyük değişime karşı çıktılar. 3 Mart 1924’de Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı, tüm tekke ve zaviyeler yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlandı. Şeyh Sait isyanı baş gösterip de yakalanan suçlular yargılanmaya başlayınca, bu tür tekkelerin, ayaklanmanın merkezi haline geldikleri, ifadelerden anlaşıldı. Yapılan yargılamalar bir başka dehşeti daha ortaya koymuştu: Bu bölgedeki Tekke şeyhlerinin kendilerini cahil halka haşa, “Allah” gibi gösterdikleri, öğrenilince, Kurulan İstiklal Mahkemesi, 28 Haziran 1925’te bu bölgedeki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verdi. (98.nci yıl dönümünde Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması meselesi,

2 Eylül 1925’te ise hükümet, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına ve din görevlilerinin kıyafetlerine ilişkin bir kararname yayımladı. Daha sonra TBMM’nin 30 Kasım 1925 günkü oturumunda, bu kararnamedeki maddeler aynen kanunlaştı. Böylece bütün tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, büyücülük, üfürükçülük, falcılık, muskacılık gibi san ve sıfatların kullanılması yasaklanmıştı.

Ancak 1 Mart 1950 gün ve 5566 sayılı yasa ile Türk büyüklerine ait olan ya da büyük sanat değeri olan türbelerin açılmasına karar verilerek, Osmanlı padişahlarının türbeleriyle, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Barbaros, Mimar Sinan ve benzeri Türk büyüklerinin türbeleri açılmıştı.

Farz ediniz ki, 27 Aralık 1927 tarihli şu sözler Atatürk’ün değil ve uydurma:

“Biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis bu tip yapılar din ve devlet düşmanı oldukları, Selçuklu ve Osmanlı’yı batırdığı için yasakladık. Çok değil yüzyıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki, bazı kişiler bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğunu öne sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir.”

Allah aşkına yalan mı?

Bir fıkra ile yazımı sonlandırayım. Ama lütfen, altında bir amaç aramayınız. Yalnızca şaka. Latife…

Berbere gelen rahip saçlarını kestirmiş. Berbere teşekkür edip borcunu sormuş.

Berber;

-"Siz kutsal bir insansınız. Sizden nasıl para alırım. Sizi tıraş etmek benim için şereftir."

Rahip tekrar teşekkür edip gitmiş.  Berber ertesi sabah dükkânı açmaya geldiğinde kapısında beş altın lira bulmuş.

Birkaç gün sonra bir Budist rahip gelmiş dükkâna. Saçlarını kestirip, borcunu sormuş.

Berber;

-"Siz ruhani bir lidersiniz. Sizden nasıl para alırım. Sizi tıraş etmek benim için şereftir."

Budist rahip teşekkür edip gitmiş. Berber ertesi sabah dükkânı açmaya geldiğinde kapısında beş yakut bulmuş.

Ertesi hafta bir imam girmiş dükkândan içeri. Saçını kestirmiş ve elini cüzdanına atmış.

Berber;

-"Sakın haa! Siz bir inanç adamısınız. Sizden nasıl para alırım? Dükkanıma ve bana şeref verdiniz. Güle güle gidin" demiş.

İmam gitmiş.

Sabah dükkânı açmaya gittiğinde bir de bakmış ki kapıda beş imam varmış.