23 Nisan 2025 tarihinde Marmara Denizi'nin Silivri açıklarında meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki deprem, İstanbul ve çevresinde büyük bir endişeye neden oldu.
Depremin ardından ise uzmanlar iki farklı görüş ortaya koydu. Bir grup “bu depremin büyük bir Marmara depreminin habercisi olduğunu” savunurken, diğer grup ise “bölgedeki fay yapısının büyük bir deprem üretme riskinin düşük olduğunu” öne sürdü. Çelişkili veriler ve farklı uzman görüşleri nedeniyle toplum bu konuda ikiye ayrıldı ve hemen her konuda olduğu gibi bilinçsizce bir tartışmaya girişti.
Kandilli depremin şiddetini 6.0 olarak açıkladı ancak USCS şiddetin 6.2 olduğunu söyledi. Afad depremin 23km derinlikte olduğunu iddia ederken USCS 10km derinlik bildirdi. Naci Görür ve Celal Şengör’ün başını çektiği bilim insanları bu depremin beklenen büyük İstanbul depremini öne çekmiş olabileceğini söylerken Şener Üşümezsoy söz konusu fayın ölü olduğunu ve büyük İstanbul depremi diye bir şeyin olmadığını dile getirdi. Ardından gazeteciler, tarihçiler ve magazinciler bu konuda görüş bildirmeye başlayarak “Şener hoca kahindir” veya “Naci hoca candır” falan demeye başladılar. Hatta bir ara ekranları çok seven ve “Türk milletine covid bulaşmaz” diyen o meşhur doktoru, elinde çubukla harita üzerinde deprem tahmini yaparken gördük. Bu kadar saçmalamanın ardından haliyle kafamız karıştı ve “bilim dünyası ikiye bölündü” diye düşündük. Ama aslında “bölünen bir bilim dünyası var mı, bilim dünyası ne demek, kimler bu konuda bilim dünyasını temsil ediyor, profesör olununca bilim dünyası adına konuşma ehliyeti alınmış olur mu” gibi onlarca soru ayyuka çıktı. Aslında tüm bu soruların yüzyıllar önce cevaplanmış ve kurala bağlanmış cevapları olduğu muhakkak ancak ülkemizde nedense işler bu şekilde yürümüyor. Bizim Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi yersiz bir arzumuz ve değişmez bir huyumuz var. Ekonomide, hukukta, eğitimde, sağlıkta, ekonomide… Bunun baskın nedeni nedir bilemiyorum ancak televizyon ekranlarında “covid Tük ırkına bulaşmaz, sirkeyle gargara yapın” gibi söylemlerde bulunmuş bir profesör tıp doktorunun harita üzerinde deprem yorumculuğu yaptığı bir ülkede, “bilim dünyası nedir” sorusunun gerçekten de sorulması gerektiğini düşünüyorum.
Dünya bilimin ne olduğunu, kimlerin bilim insanı olduğunu ve kimlerin hem bilim insanı hem de o konuda uzman sayılacağını çoktan belirlemiş durumda. Gerçek bilim insanlarının uzmanlıklarını hangi mecralarda sergilemesi gerektiği ve bilimsel tartışmaların hangi mecralarda yapılabileceği de belli. Hatta bu yayınları ve tartışmaları kimlerin denetleyeceği veya ödüllendireceği bile aşikâr. Bunun için uluslararası nitelikte mecralar, hakemli dergiler ve Nobel gibi ödüllendirici kurumlar mevcut.
Peki, biz kime inanalım?
Öncelikle insan odaklı inanç anlayışından uzaklaşalım ve inanç sistemimizi yeniden yapılandıralım. Yani; hocaya değil kitaba, hâkime değil kanuna, hekime değil tıbba, özetle insana değil veriye ve gerçek uzmanların yorumlarına inanalım.
Benim görüşümü soracak olursanız iki şey söyleyebilirim. İlki; genel uluslararası kabulleri görmezden gelerek “bilimin ne olduğunu” dahi tartışmaya açarsak hiçbir konunun sonunu getiremeyiz. İkincisi ise; bilim toplumla ve toplum içerisinde değil, bilim camiası arasında ve bilimsel mecralarda tartışılmalıdır. Aksi halde hepimiz elimize bir sopa alırız ve duyduğumuz birkaç cümle ile harita üzerinde sorumsuzca yorumlar yaparak birilerinin ölümüne sebebiyet verebiliriz.