Yıllar sonra boşaltabildik babamın evini. Önce babam gitti. Sonra annem. Beş yıl el süremedik. Dokunamadık o eve. Ben sokağından geçemedim baba evimin. Geçemezdim; çünkü biliyordum ki camda duran sardunyalar yoktu artık.

Benim ve kardeşlerimin hayatında başka bir evre başladı. Çok uzun süre erteledim bu işi. Hep bahaneler uydurdum kendime. Galiba ruhum hazır değildi. Eşyalar evden çıkarıldı ve dağıtıldı. Kısa bir süre sonra orada, o evde başka birileri yaşamaya başlayacak. Bu noktadan sonra da o ev artık babamın ve annemin evi olmayacak. Sanırım en çok bundan korkuyordum ve bu yüzden içim elvermiyordu evi boşaltmaya.

Ben yoktum boşaltılırken. Kardeşim halletti sağ olsun. Bana birkaç fotoğraf gönderdi. Salon penceresinden çekilmiş. Kamyona yüklenmiş koltukları gördüm. İçim burkuldu. Sonra birkaç fotoğraf, birkaç eşya daha. Ve insanın eşya karşısındaki çaresizliği.

Sevdiğiniz insanlar bu dünyadan göçtüklerinde geriye binlerce yıl bu dünyada kalacak eşyalar bırakıyorlar. Koltukları, pencere önünde saksıları, saatleri, bardakları, bastonları kalıyor ve geriye kalanlar içinizi yakmaya devam ediyor.

İnsan kaybolup giderken sonsuzlukta cansız eşyalar yaşamaya devam ediyor. Bazen soruyorum kendime acaba eşyaların hafızası var mı diye? Örneğin felç geçirdikten sonra on altı yıl boyunca kullandığı bastonu babamdan neler dinlemiştir? Ya da annemin baş örtüsü kaç sevince, kaç acıya tanıklık etmiştir? Hani bazı filmler vardır eşyalar, oyuncaklar canlanır. Acaba annemizden, babamızdan kalan eşyalar canlansa bizlere neler anlatırdı?

O evin nasıl ve ne şartlar altında alındığını hiç unutmadım. Eve yerleştikten sonra annemin hiç saklamadığı sevincine, babamın hiç göstermediği sevincine; yıllar geçip yaşları ilerledikçe bu yüksek giriş daireyi daha da çok sevmelerine şahit oldum.

Annem balkona oturup çocukları seyrederdi. Çocuk kavgalarını balkondan seslenerek ayırır, onlarla konuşup, şakalaşarak günün çoğunu o balkonda geçirirdi.  ‘’Çocuklarla çiçekleri çok severim’’ cümlesini sık sık tekrar ederdi bizlere. Hava kararmadan uğramışsam balkonda görürdüm annemi. Gece kaçta çıkarsam çıkayım gene orada olurdu arkamdan bakmak için. Pencerelerin önü; balkonu çiçeklerle doluydu. Ben annemle en çok orada oturmayı severdim. Sokağın çocuklarını anlatırdı. Öğrenci servislerinden el sallayan çocukların yarattığı mutluluktan ışıl ışıl olurdu annem. Ve her seferinde büyük bir sevinçle anlatırdı bizlere.

Anadolu’da gelişen tasavvuf felsefesinde olumsuz cümleler yok. Örneğin ‘’öldü’’ denmiyor ‘’yürüdü’’ deniyor. “Gömdük” demiyorlar “sakladık” diyorlar. Bu felsefe ölümü daha kabul edilir bir hale getiriyor. Sadece bu ölümle ilgili değil yaşamla da ilgili  birçok söylem geliştirmiş insanlar; “lambayı kapat” yerine “ışığı dinlendir” gibi.

Annemiz ve babamız yürüdü bizler de onları sakladık. Yıllar sonra boşaltabildik evlerini. Artık benim ve kardeşlerimin yaşamında yeni bir evre başladı. O ev boşaltılmadan önce anne ve babamın eviydi ama artık değil.

Bu noktadan sonra baba evimiz yok.

Hepimizin payına hatıra eşyalar düştü o evden. Kahve içilen fincanlar, çerçevelenmiş fotoğraflar, bir iki tablo, annemin kendi eliyle dokuduğu kilim. O eşyaların annem ve babamdan neler duyduğunu merak etmeye devam edeceğim. Kardeşim hepimizin eşyasını ayırdı ve dağıttı bizlere.

Hepimiz için yeterli hüzün vardı. Hepimiz payımızı aldık.