Mezarlıklar yeryüzündedir ama yeryüzü telaşının giremediği yerlerdir.

Arada bir mezarlığa giderim, mezarlığın kapısından girdikten sonra aile kabrine ulaşmak için bir müddet yürümem gerekir. İhtiyar ve kederli ağaçların gölgelendirdiği, serin yellerin hafif hafif estiği sakin, derin bir dinginliğin içinde yürürken başka bir atmosfere teslim olurum. Adımlarım ben fark etmeden yavaşlar. Dünyanın her türlü keşmekeşi dışarıda kalır. Saat başka bir zamana ayarlıdır burada.

Bayramın ilk günü mezarlığın içinde yürürken, dünya telaşının buraya giremiyor olmasının tuhaf huzurunu ve hüznünü hissetmiştim yine. Çok kısa bir süre sonra başka bir mezarlığın içinde benzer duygularla yürüyeceğimi henüz bilmiyordum.

“Her şey zıddıyla var olur,” derler, ışık karanlıkla, varlık yoklukla, yaşam ölümle, sevinç kederle. Birinin yokluğu diğerini görünür kılar. Her yaşam, kendi ölümünü taşır içinde. Doğduğumuz andan itibaren bir uçurum gibi durur ölüm yanı başımızda. İnsan, varlığıyla birlikte hem yaşama hem de o uçuruma doğar.

Susmak da, bazen iletişimin en derin boyutu olabilir, söylerken anlatamadığınızı susarak anlatırsınız. Sustuğunuzda sessizliğiniz bir boşluk oluşturur. İnsan denen canlı yaşarken, boşluğa ve belirsizliğe fazla tahammül edemez. Sizin ne düşündüğünüzü anlamak isteyenler, sessizliğinizin boşluğunu, söyleyebileceğinizi düşündükleri olası tüm sözlerle –tabi kendi ederlerince- doldurmaya çalışırlar.

Mezarlıklar da susan insanlarla doludur ama orada her defasında, ‘söyleyen, anlatan bir sessizlik’ hissederim. Her bir mezar sessizce sonsuza dek anlatmaya devam edecekmiş gibi gelir.

Ölüm ne zaman gelir? Hep bir gün sonra mı? Hakkında hep konuştuğumuz ama asla hazır olmadığımız ölüm. Herkes ölümü tadacağını bilir de şimdiye sığdıramaz. İnsanın ölüm karşısındaki en kadim savunması, onu geleceğe iterek bugünü koruma çabasıdır. Ne var ki ölüm, hep bugünün bir ihtimali olarak kalır. Tıpkı, ölüme karşı naif bir direnişle “var git ölüm bir zamanda yine gel” diyen Karacaoğlan gibi ölümün kaçınılmazlığını kabul ederken, ona karşı zaman kazanma arzusu duyar insan.

Yakın bir tarihte ansızın bir ölüm haberi aldım.

Vakitsiz çalan telefon hayra alamet değildir, kötü bir haber duyacağınızı hissederek çaresizce uzanırsınız telefona. O gece telefonum 02.05.’de çaldı. Uyku sersemi alarm çalıyor sandım önce, susturmak istedim. Bir iki saniye geçmemişti ki aklım başıma geldi, açtım.

Serpil Ablaydı arayan. Ağlıyordu. Her sözcük sanki kırılarak düşüyordu ağzından. Birine bir şey olmuştu, az sonra duyacaktım. Kime bir şey olmuştu? Bir şey kime olmuştu? Kime? Bir şey! Bir şey ne demekti? Mehmet Abi geçti aklımdan ilk. Mehmet Abi, Serpil Ablanın eşiydi. Ama öyle olsa Serpil Abladan değil başka birinden gelirdi telefon muhtemelen. Birkaç yıl önce Muğla’ya taşınmışlardı. Emekliliğinde sanat tarihi okuyordu Mehmet Abi, bu yıl mezun olacaktı, hatta yakında kep atma töreni vardı. Altmışlı yaşlarında yeniden vize, final heyecanı yaşamayı göze almış sevdiğimiz bir abimizdi Mehmet Abi. Güzel bir ömrü sağlıkla yaşasın, dilerim. Birden, hem ağlayan hem de o bir şeyi söyleyen Serpil Ablanın ağzından iki sözcük uçurumdan yuvarlanır gibi düşüverdi; “Leyla ölmüş.”

Leyla ölmüş! Bir şey Leyla’ya olmuş, o ‘bir şey’ ölümmüş. Ölüm bir şeymiş. Ölümün “bir şey” olarak tanımlanamayan ama her şeyi değiştiren bir hali varmış.

Adını söylemekten korktuğumuz, ‘bir şey’ dediğimiz ölüm, yaşam tarlalarına gömülü bir mayınmış meğer. Bazen ölüm mayınına ansızın basarmış insan. Derler ki gökyüzünde herkesin bir yıldızı vardır. Biri öldüğünde gökyüzünden bir yıldız kayar. Yeryüzündeyse herkesin, nerede olduğunu ne zaman basacağını bilmediği bir mayını var.

Son konuşmamızdaki sesi kulağımda yankılanıyor. “Sesini severim senin” diyerek açmıştı telefonu. Yakın zamanda iki kez buluşma planı yapmış, ikisinde de bir engel çıkmış ve görüşememiştik. Artık buluşma, birbirimizin yüzüne bakma, karşılıklı sesimizi duyma ihtimalimiz yok. Büyük bir yanılsamayla, sevdiğimiz insanlar hep orada, istediğimizde ulaşabileceğimizi sandığımız bir mesafede, sonsuza dek duracak zannediyoruz. Durmuyorlar, hoşça kal bile diyemeden gidiyorlar.

Maharetli, çalışkan, sürekli üreten omuzları yıldız dolu bir dostumdu. Çiçekler onun elinde coşar, elinin değdiği her şey güzelleşirdi. Mis kokulu huzur dolu, çiçekli bir evrene kavuşmuş olmasını dilerim.

Heidegger, mezarlıkları “varlığın zamansallığı”na dair birer işaret olarak görür. Ona göre, mezarlıklar ölülerin değil, yaşayanların yeridir; çünkü ölüm üzerine düşünme yaşayanın işidir.

Leyla gitti, şimdilik ölüm üzerine düşünmeyi bize bırakarak.