Dünkü yazımda size Haşim Nezihi Okay’ı anlatmış ve beni etkileyen şiirlerinden birini paylaşmıştım.

Şöyle başlıyordu:

“Takvimden bir yaprak kopardım kızım,

 Ömründen bir günün gitti diye yan!

 Bugünden kalacak ne arda kızım,

 Bir yığın hatıra, bir siyah duman….”

 Bizim mahfilde hepimizin manevi babası Ahmet Tufan Şentürk’tü. 9 Mayıs 2005’de ebedi yolculuğa uğurlamıştık. O Acıyla rahmetli Mustafa Ceylan hakkında hazırladığı kitabın dışında, adına bir de şiir yarışması düzenlemişti.  Şimdi geriye dönüp bakıyorum. Haşim Nezihi’nin şiirini görüyorum:

“… Bugünden kalacak ne arda kızım,

 Bir yığın hatıra, bir siyah duman….”

 Bir yığın hatıra, kalbime çöken siyah duman. Ahmet Tufan Şentürk  benim için çok yazı yazmış ve kendimi sebil ettiğimi belirtmişti.  Hiç üzerime almadım. Haddim değildi. Ama kendini sebil eden birisi varsa o da kendisiydi. Hem maddi hem manevi olarak kendini sebil etmişlik Ahmet Tufan Şentürk’ün niteliğiydi, Ankara’ya gittiğimizde onun hanesine inmezsek darılırdı.

Sözünü ettiğim gibi bizlerin manevi babasıydı  ama  yine de bir duyguya özlemliydi. Özlemi onu kederlendirirdi:

“Hiçbir çocuk bana; 'Baba!' demedi,

Ben hiç 'baba' olmadım ki!

 

'Baba!' diyen tatlı sesi,

Sokaklarda, komşularda duydum.

Sokaklarda, komşularda gördüm onları.

Koşuyorlar, gülüyorlar, oynuyorlardı,

'Ana! ' diyorlardı, 'Baba!' diyorlardı,

Koşup sarılıyorlardı boyunlarına.

Analar, babalar çocuklarını,

Öpüyorlar, okşuyorlar, seviyorlardı...

 

Hiçbir çocuk içtenlikle, sevecen,

Atılmadı, sarılmadı boynuma.

Benim hiç çocuğum olmadı ki!

Sevgilerin en kutsalı çocuk sevgisi,

Seslerin en güzeli 'Baba!' diyen ses,

Ben hep bu türkülü sesi dinlerim.

Ben hep 'Baba!' diyen sesi duyarım.

Bir çocuk bana doğru koşsa uzaktan,

Onu, birden sımsıcak ruhumla kucaklarım.

 

Gece yarısı bir çocuk ağlasa uzaklarda,

Anasından, babasından önce ben duyarım.

Günün haber saatlerinde,

Radyoda, televizyonda,

Dergilerde, gazetelerde,

Yollarda, sokaklarda,

'Öldürüldü.', Öldü.' derler

'Ah! .. Yavrum! ..' derim..

 

Oysa ne öleni bilirim, ne öldüreni.

Çaresiz, alıp başımı giderim.

Ağlayan analarla, babalarla beraber,

Uykuyu gözlerime haram ederim.

Oysa hiçbir çocuk bana 'Baba!' demedi,

Ben hiç 'baba' olmadım ki!”

1997 yılıydı. Rıdvan Çongur’un “50. Sanat Yılında Ahmet Tufan Şentürk” adlı kitabını almıştım. Sevinçliydim. Arkasından Mustafa Ceylan’ın “Ahmet Tufan Şentürk / Hayatı Sanatı Şiirleri” adlı kitabı çıktı. Sevincim iki kat arttı. Düble mutluluğu yaşıyordum. Daha önce de Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili özel eserler hazırlanmıştı. İ. Ünver Nasrattınoğlu ve Göngör Özden’in ortak çalışmasını hatırlıyorum. Yahya Akengin’in “Torosların Öbür Yüzü” adlı oyununu ve Rahmetli Nüzhet Erman’ın “Ahmet Tufan Şentürk Destanı” ancak mükemmel kelimesi ile tanımlanabilirdi. 

Feyzi Halıcı’nın hazırladığı “Bir Şiirin Hikâyesi” dizisi içindeki Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili bölüm hem radyoda hem TRT televizyonunda yayınlanmıştı.  Yine Ahmet Tufan Şentürk’ü anlatan Taha Feyizli tarafından çekilen “Çakırdikeni” adlı belgesel, uzun süre konuşulmuştu.  Bu bağlamda Kültür Bakanlığı’nın Ahmet Tufan Şentürk adlı kitabını da unutmadan not etmek istiyorum.

Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun “80. Doğum Yılında Şair Ahmet Tufan Şentürk” adlı kitabı, kültür hayatımıza Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili yeni ve özel bilgileri kazandırdı. Aynı yıl yayınlanan Mustafa Ceylan’ın “Torosların Türküsü” adlı biyografik romanında, Ahmet Tufan Şentürk anlatılıyordu.

Bir şaire, hayattayken, böylesine değer vermek, toplumumuzda alışılmış bir davranış değildi. Öyleyse niçin Ahmet Tufan Şentürk’e ilişkin eser vermek için herkes can atıyordu. Adı okullara, kütüphanelere veriliyordu.

Bu sorunun yanıtı, onun, yaratılanların en kutlusu olan, insan gibi insan, olmanın bütün niteliklerini taşıyor olması, gerçeğinin içindeydi.