Mihrican, yaza veda ederek sonbaharın başladığını bir süre önce gösterdi. Havalar serinledi. Zaten çoktan beri sonbahar kokusunu algılamıştık.

Ne güzel türküdür:

Mihrican mı değdi, gülün mü soldu
Gel ağlama garip bülbül ağlama
Felek baştan başa kimi güldürdü
Gel ağlama garip bülbül ağlama

Şakı benim Şeyda bülbülüm şakı
Bu dünya kimseye kalır mı baki
Sana da mı değdi feleğin oku
Gel ağlama garip bülbül ağlama

Gonca gül açılır, har ile geçer
Dertlilerin ömrü zar ile geçer
Turabi biçare serinden geçer
Gel ağlama garip bülbül ağlama

Aşık Turabi’nin deyişini Muzaffer Sarısözen Yozgat’ın Deremumlu köyünde İbrahim Bakır’dan derlemiş.

İlk güz olarak anılan Eylül ayı göz açıp kapayıncaya kadar geçiverdi. Orta güzün ilk haftasını da geride bırakıyoruz.

Arkasından son güz ayı gelecek. Bizler geride bıraktığımız ayları unutacağız:

Nazım Hikmet’in mısralarını anımsadım:

“Mevsim Sonbahar

çiçekli badem ağaçlarını unut.

değmez,

bu bahiste

geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.

ıslak saçlarını güneşte kurut

olgun meyvelerin baygınlığıyla parıldasın

nemli, ağır kızıltılar…

sevgilim, sevgilim,

mevsim

sonbahar…”

 Son bahar edebiyatımızda ve ruh dünyamızda hüznün mevsimi. Servet-i Fünun şairleri bu hüznü çok iyi anlatırlar.

Güneş artık daha erken batar oldu. Meteoroloji soğuk, puslu hava, yağmurlardan bahsediyor. Yüksek yerlere kar düşüyor. Doğa kızıla, sarıya ve kahverenginin tonlarına bürünmekte. Her zamankinden çok sarılmaya, sarılınmaya ihtiyaç duyuyoruz.

Refik Durbaş, kırık aynadan medet umuyor:

“Parmakların ucuyla arkaya attığın

saçlarının sonbaharına düştüm

elimi tut, yalnızlığımı okşa

gözünün izi kalsın gözümde…

Aynada ki sûretine sar beni

Gamzen açan kır çiçeği

üzerinde idi acılarım

sen rengini kokladın

ben kokusunun rengini

Sonbahar akşamına sar beni

Seni hangi ömrümle sevdiğimi

bir güz yağmurları bildi

bir de saçlarına düşen sonbahar

kahve falına resmini kim çizdi?

Üşüdüm yağmuruna sar beni

Hasretime vaha, çölüme serap ol

kendine başka anlam bulsun intihar

son istasyonda beklerken ömrüm

seni sevdim, ne söylesem, hepsi inkâr

Giderken, elvedana sar beni

Anadolu’da Ekim aylarına “Avara” ya da “Havara” ayı diyorlar. Harmanını kaldıran, bağın bahçenin hasadını toplayıp, bekar oğlunu kızını evlendiren köylüler, bu ayda boş kaldığı için mi demişler? Bilmiyorum. Ama adı üzerinde, bu ay ekim ayı…

Bildiğim bir şey var, elem, keder, hicran getiren rüzgâr, sonbaharda kendini hissettiriyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirinde anlatıldığı gibi:

“Durgun havuzları işlesin bırak

Yaprakların güneş ve ölüm rengi,

Sen kalbini dinle, ufkuna bak.

Düşünme mevsimi inleten rengi

Elemdir mest etsin ruhunu

Eser rüzgarların durgun ahengi.

Yan yana sessizce mevsimle keder

Hicrana aldanmış kalbimde gezin

Esen rüzgarlara sen kendini ver.”

Mevsimler gelir, mevsimler geçer. Her kış yeni bir bahara gebedir. Ama, sizin ruhunuza sonbahar çöreklenip kalmasın. Atsanız atamazsınız, satsanız satamazsınız. Hasan Hüseyin Korkmazcan gibi sonbahar olan duygularınızı dizelere dökersiniz:

“Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç

Ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını

Neden akşam oluyorum tren kalkınca

Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince

Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum

Öyle çok acımasız ki öyle birdenbire ki

Az önceki çiçekler nasıl da diken diken

Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç

 

O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti

O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti

Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz

Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı

Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı

Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı

Nerde şimdi, nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu

Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç…