Mutfak penceresinin önüne her sabah bir çift kumru geliyor. Mermerin üstüne buğday koyuyorum. Her an uçmaya hazır, yavaş yavaş sokulup buğdayı yemeye başlıyorlar. Onları izlediğim birkaç dakikalık süre içinde olumlu duygular yaşıyorum, iyi hissediyorum. Düşünüyorum sonra, kimin kime ihtiyacı var diye. Kumruların mı bana, benim mi kumrulara?
Kuş ol, ağaç ol, insan ol, ne olursak olalım hep birbirimiz içiniz aslında. Doğada birbirini tamamlamaya dayalı muhteşem bir denge var. Dengenin devamlılığı ise doğanın ritimli döngüsünde. İnsan bedenimizdeki ritim de doğadaki döngünün ritmine uymak üzere programlı. Filozofun; “ Alem büyük insan, insan küçük alem.” dediği gibi.
Henüz altı yedi haftalık beş-altı milimetre boyutunda, yani bir bezelye tanesi kadarken, kalbinin atmaya başlamasıyla doğanın ritmine dahil oluyor insan. Tüm yaşamımız boyunca da o ritmi hissetmeye ihtiyacımız var.
Doğa bir ağaç ise, insan onun dalı. Dal kökten ve gövdeden uzaklaştıkça iş zorlaşıyor. Sık sık içimizde bir huzursuzluk, sıkıntı, bir olmamışlık hissi duyuyoruz. Ait olduğumuz doğadan uzak, beton kafeslerimizde, suni, işlenmiş gıdalar gibi, suni, işlenmiş hayatlar yaşıyoruz. Bu halden sağ ve kendimiz olarak nasıl çıkacağız? Doğanın muhteşem döngüsündeki ritmi kaçırdığımızda, kendimizi fark etmeyi kaçırıyoruz, mutsuzluğumuz başlıyor. Ruhumuz vaktinde alamadığı her duygu için bir alacaklı gibi kapımıza çöküyor. Metropolde hayat hızlı gürültülü karmaşık. Detaylara boğulmuş, stresli, yoğun, birinin öbüründen farkı olmayan günleri tüketiyoruz. Yaşamadan yaşadığımız günler bunlar, çünkü çoğu zaman durup derin nefesler almadan tamamlıyoruz günü. Koca bir gün kısa nefeslerle bitiyor farkına bile varamıyoruz. İyi, huzurlu, mutlu günler yaşayabilme hayalini hep sonralarda bir yerlere koyma eğilimimiz var. Emeklilikte, gelecekte, çocuk okulu bitirince, gibi. Dağ, taş, köy, kasaba hayalleri var çoğumuzun. Ama, “şehir yakamıza yapışmış bırakmıyor bizi”, dediğinizi duyar gibi oluyorum. Türlü ve haklı sebeplerimiz var hepimizin. Oysa hayat nefes aldığımız her an, her gün.
Şikayet ederek, dertlenerek, hiçbir şey yapmadan durup beklemekle iyi hissetmemiz mümkün olmuyor. İnsanın ruhu nasılsa, yaşadığı alana da o yansıyor. Küçücük konforsuz bir alanı, sıcacık sevimli, çiçekli bir yere dönüştürmek de insanın ruhuyla ilgili, lüks inşa edilmiş geniş bir yapıyı soğuk ve itici bir hale getirmek de yine insanın ruhuyla ilgili. Kendi payımıza yapabileceklerimizi keşfetmek, harekete geçmek ya da geçmemeyi seçmek de ruhumuzla ilgili biraz.
Bugün hızlıca yaşadığımız şehir hayatında azıcık yavaşlayabilmek mümkün aslında, durup derin nefes alsak, kendi ruhumuzla bir temas etsek, yürürken etrafı görmeden yürümek yerine, bakarak görerek yürüsek, bir ağacın gövdesine dokunsak yanından geçerken, başımızı kaldırıp onun bir dut, erik ya da ıhlamur olduğunu fark edebilsek. Ihlamur zamanı şimdi, biz fark etmesek de o, güzelim kokusuyla, en sevimli ve en nazlı haliyle fark edilmeye çalışıyor.
Doğanın iyileştirici gücünden alsak alabildiğimiz kadar. Bulduğumuz her fırsatta atsak kendimizi toprağa olanağımız kadar; park olur, orman olur, köy olur, çiftlik olur, yeter ki ağaç olsun çayır çimen olsun, kuşlar arılar olsun. Kızılderili öğretisinde insana anlatıldığı gibi, “toprak insana değil, insan toprağa aittir” Ben yolda karşıma çıkan her ağacı severim, “sen benim de ağacımsın” derim. Çocuğa sorarlar ya “beni ne kadar seviyorsun” diye, kollarını açarak gösterir çocuk “bu kadar” der. Ağaçlar kolları hep açık, dağda bayırda, yol kenarında “bu kadar seviyorum sizi” der durur bize hala, bunca kötülüğümüze rağmen.
Sonra toprağa, çayır çimene bassak çıplak ayakla. Bizi geren elektrik yükünü boşaltsak, kortizol hormonunu azaltsak, stresimiz azalsa, ağrılarımız, uykusuzluğumuz azalsa. Azalır da inanın. Ritmi yakalamış oluyoruz çünkü. Uzun zaman ailesinden yuvasından uzak kalan insan, evine döndüğünde nasıl mutluluk huzur ve aidiyet duygusu hissederse, doğaya karıştığımızda ahengin parçası olabildiğimizde biz de öyle huzurlu hissediyoruz. Gerçek dostların içtenlikle “iyi misin” demesi gibi, derdimizle dertlenmesi gibi huzurda ve güvende hissediyoruz kendimizi.
Eskiden parklarda “lütfen çimlere basmayın” yazıları olurdu. Böyle yazılar hala var mı bilmiyorum, varsa, görürseniz itibar etmeyin. Lütfen çimlere basın. Çimlere basmak çimlere zarar vermez, hep aynı yere basarsanız çimi öldürürsünüz. Rast gele basarsanız ömrü uzar.
Doğayı, kurdu, kuşu, ağacı, çiçeği, ekini, yoncayı her şeyi sevelim. “ dünyayı güzellik kurtaracak” diyor ozan, bizi de güzellik kurtaracak, güzelliğin en yoğun, en derin manası ise sevgi. Ruhumuza bedenimize bol doğalı, bol sevgili günler dileyelim. İhtiyacımız olan bu. Bizi iyileştirecek olan bu. Sevgimiz kadar varız. Baş etme gücümüzü buradan alırız. Barışık, iyi niyetli, sevecen, içten olduğumuz kadarız.