Günümüzde şiire ilgi duyan pek çok kişi Asaf Halet Çelebi’yi bilmiyor. O, esin kaynağını Asya’nın, tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinde almış, eski doğu uygarlık ve masallarından etkilenmiş ve genç yaşta kaybettiğimiz Cumhuriyet Döneminin ilginç şair ve yazarlarındandı.
Ayrıntıya girmedin biyografisini şöyle özetleyebilirim:
“Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi Müdürü Mehmet Sait Halet Bey'in oğlu olan Çelebi, 27 Aralık 190’de İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nde 8 yıl eğitim gördü. Bir süre Fransa'da kaldı. Dönüşünde, üç yıl Sanayi-i Nefise Mektebi'nde öğrenim gördükten sonra, Adliye Meslek Okulu'nu bitirdi. Mevlevi Şeyhi Ahmet Remzi Dede ile Rauf Yekta Bey'den musiki ve nota dersleri aldı.
Üsküdar Adliyesi Ceza Mahkemesi zabıt kâtipliği yaptı. Osmanlı Bankası, Devlet Deniz Yolları İşletmesi'nde çalıştı. Yaşamını İstanbul’un Beylerbeyi semtindeki köşkünde sürdürdü. 1946 Türkiye genel seçimlerinde İstanbul’dan bağımsız milletvekili adayı oldu ama kazanamadı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü kitaplığında görevliyken 15 Ekim 1958’de vefat etti.
Asaf Halet, şiire divan edebiyatı etkisiyle başlamıştı. İlk gençlik yıllarında aruz vezniyle klasik divan şiiri tarzında rubai ve gazeller yazdı. Çok geçmeden, bu tarzla zamanın edebiyat anlayışında atılım yapılamayacağını anladı. 1937'den sonra batı şiirinin tekniklerine ve serbest ölçülü şiirlere yöneldi.
Asaf Halet Çelebi, şiirimizde modern-gelenekçi anlayışın temsilcisi oldu. Şiirleri, ses, imge, anlam ve düşünce olarak kültürler arası ve metinler arası bir nitelik taşıyordu. Bu niteliği ve soyut şiir anlayışı ile, kendisinden sonra gelen nesli etkilemişti.
1939’dan sonra yayımladığı ve “kapalı garip” anlatımıyla yazdığı şiirler, zamanın şiir okuyucusunu yadırgatmıştı. Türk şiirine daha çok ses yankılanmaları yoluyla, İslam tasavvufu ile eski Doğu din ve kültürlerinden aldığı yeni tem ve motiflerle değişik bir söyleyiş getirdi. Şiirlerinde, ekzotizmin ötesine geçen, duyup görmediğimiz ve kendisinde görürken hayret ettiğimiz bir yön vardı. Bu şiirlerinin en büyük özelliği musiki unsuruydu. Sanki usta bir müzisyen gibi şiirlerini yazmadan önce besteliyordu:
"Niyagrodhâ
Koskoca bir ağaç görüyorum
Ufacık bir tohumda
O ne ağaç ne tohum
Om mani padme hum
Om mani padme hum
Sidharta Budha
Ben bir meyvayım
Ağacım âlem
Ne ağaç ne meyva
Ben bir denizde yüzüyorum
Om mani padme hum
Om mani padme hum
Om mani padme hum!”
Başlangıçta kimsenin bir şey anlamadığı Musiki unsuru taşıyan, «Om mani padme hun!» cümlesi, Hintlilerde, «Lâilâheülâllah» anlamı taşıyordu.
1942 yılında yayınlanan bin şiir kitabına adını veren “He” şiiri şöyleydi:
“HE
vurma kazmayı
ferhâaad
he'nin iki gözü iki çeşme
âaahhh
dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâaad
ejderha bakışlı he'nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı
kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad
Asaf Hâlet Çelebi, “He” şiirinde Allah’ı simgeleyen h “ﻫ” harfinden yola çıkmakta, beşeri aşktan ilâhî aşka ulaşabilmeyi şiirleştirmekteydi. Elbette, hem ses hem de eylem açılarından Ferhat ile Şirin hikâyesiyle kesişen niteliklerde örmüştü.
Divan ve Fars edebiyatına ilişkin araştırmalar yapmış, çeviriler yapmıştı. Yukarıda sözünü ettiğim gibi musiki dersleri almış ve bu alanda da derin bilgisi vardı. Resim, müzik ve bilimle ilgili makaleler de yayımlamıştı. Eski ve yeni şiir tartışmalarında, eski şiiri eleştirmiş ve yenilikçiler arasında yer almıştı.
Şiir itapları arasında; He (1942) Laleler (1943) Lâmelif (1945) Om Mani Padme Hum (1953) yer alıyordu. Araştırma kitaplarından bir kaçını sayabiliriz: Mevlâna (1940) BeNJamiN (1940) Molla Câmi (1940) Eşrefoğlu Divanı (1945) Naima, (1953) Ömer Hayyam (1954) Divan Şiirinde İstanbul.