Tren istasyonlarında, hastane önlerinde, meydanlarda bekleyen insanlar…
Beklemek insan ruhuna ne yapar? Sabırla, umutla, umutsuzlukla ya da öfkeyle beklemek ne yapar bize?
Zaman, ne zaman yavaş işler?
Dalgalar vurur kıyıdaki kayalıklara. Geceler gündüzler boyu, yazlar kışlar boyu durmadan…
Bazen yolun düşer o kıyıya. Bir uçurumun kıyısından seyredersin dalgaların vuruşunu. Sonra sen gidersin. Dalgalar işine devam eder, sen orada olsan da olmasan da. Oradan ayrılalı geceler gündüzler, on yıllar geçse de dalgalar kayalıklara hep vurur, sen görsen de görmesen de. Saatler akar. Dolunay olur, hilal olur.
Kayalıklar karla örtünür, haftalar geçer, bahar gelir. Kayalıklar yeşerir, çiçekle örtünür. Kayalıklar hangi elbisesini giyerse giysin, dalgaları teskin edemez. Dalgalar vurmaya devam eder. Karşı konulamayan zaman umurunda değildir dalgaların. Zamanla, dalga geçer gibidir dalgalar.
Kayalar aşınır yavaş ve sessizce. Kum olur karışır suya. Kayalıktan kopup ufalanan, kum olan: kayalığın çözülen sabrıdır belki de.
Öyle aşınmış hissediyorum hepimizi, sabrı azalmış, yorulmuş.
Gün be gün biraz daha ufalanıyoruz. Kum oluyoruz, suya, tuza karışıyoruz. Tuz yakıyor yaramızı. Ufalanıyoruz, rüzgâra karışıyoruz. Rüzgâr bazen, başka yerlerde bekleyenlerle buluşturuyor bizi. Suya da karışsak rüzgâra da karışsak yine de bekliyoruz kıyıda, dalgayı tutmak için, ona yol vermemek için.
Zeytinliklerini korumak için Ankara’da bekleyen çiftçiler… Beklemekle yetinmeyip açlık grevi yapan çiftçiler…
Öldürülen çocukları için adalet bekleyen anneler…
Mattia Ahmet Minguzzi’nin annesi Yasemin Minguzzi, altı aydır katledilen çocuğunun mücadelesini veriyor. Altı ay, o ailenin bilincinde hangi süreyle eşleştirilebilir?
Gazze’de açlıkla sınanan coğrafyada bir parça ekmek için bekleyen çocuklar…
Kendi külleri içinde yeniden filizlenmeyi bekleyen ormanlar…
Tanığı olduğumuz her acı, her yanlış, her haksızlık, biraz daha aşındırıyor bizi.
İzmir’de iki yıl önce kaybolan Veli Eren Atay’ın annesi diyor ki; “Artık aklımızı yitirmek üzereyiz. Anne baba olarak çok acı çekiyoruz. Bizim için çok büyük bir işkence bu. Ben oğlumun dirisine kavuşmak istiyorum ama başına bir şey geldiyse onu da bilmek istiyorum. İnanın ki kayıp, ölümden beter bir durum. Öldüğü zaman en azından nerede olduğunu biliyorsun, kayıpta nerede olduğunu bilmiyorsun…”
Beklemek bazen, en büyük en ağır görev oluyor.
Beklerken zaman, uzuyor, yoğunlaşıyor, ağırlaşıyor.
Peki, beklerken geçen şey zaman mıdır, süre midir? Zaman ile süre aynı şey midir?
Henri Bergson, zamanı bir cetvelle ölçülemeyecek bir şey olarak görür. Günlük hayatta kullandığımız saat, takvim gibi ölçüler onun için yalnızca mekanik zamandır, dışsal ve yapay. Zamanı hissetmek, yaşamaktır; zamanı ölçmekse dışsal bir soyutlamadır. İnsan, zamanı süre olarak yaşar. Süre, içsel ve kesintisiz bir akıştır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, bilinçte birbirine dolanır. Bir olay diğerini yerinden etmez, iç içe geçer.
“Gerçek zaman” yaşantının iç ritmidir ve bazen, bu ritim ağır aksaktır.
Bir saat boyunca, birini ya da bir şeyin gerçekleşmesini beklediğinizi düşünün. Geçen bir saat fiziksel olarak 60 dakikadır. Ama bilinçte bu sürenin yoğunluğu, duygusu, akışı farklıdır. Zaman aslında, bilinçle ve yaşamla birlikte akar.
Ama…
Bekleyenler için zaman akmaz. Asılı kalır. Ateşin karşısında kendini bırakan demir gibi uzar, sarkar, bükülür. Bekleyenler anafora tutulmuş bir zamanın içinde beklerler. Zaman ve mekân onlar için artık tanınmayacak derecede anlam kaybına uğramıştır. Onlar zamana kapılmayı, zamanla birlikte akmayı reddederler. Çünkü beklemek, sadece bir anı değil, bütün geçmişi ve geleceği içine alır. Çünkü beklemek, bekleyenler için insanın zamana karşı duruşudur.
Umutla, inatla, öfkeyle, sabırla…