Dünkü yazımda birkaç Bektaşi fıkrasından sonra bir deyimden söz etmiştim. Bu gün de aynı çerçevede kalıp Temmuz ayını bitirelim. Daha sonra bayram konusunu işlemeye başlarız:

Bektaşinin biri musallayla mezar arasında bir dükkân çalıştırırmış. Musallada duası edilip mezarlığa doğru yol almaya başlayan salın arkasından bakar ''sana da yuh'', dermiş.

Gel zaman git zaman, Baba erenlerin de günü gelir, hakkın rahmetine kavuşur. Bu kez de bizim erenlerin musallada duası edilir ve salı mezarlığa doğru yol almaya başlar.

O sırada erenlerin salını gören komşu esnaflar, ''o, bizim sevdiklerimizin arkasından yuh çekerdi'', gelin biz de bunun arkasından ''yuh'' çekelim, derler ve başlarlar hep bir ağızdan ''Yuuuhh'' çekmeye.

Kendine çekilen yuhları içeriden duyan Baba erenler tabutu açıp kafayı uzatır ve yuh çeken topluluğa bakar, ''eğer ben de onlar gibi gidiyorsam bana da yuh'', der.

Koyu sofu bir adamcağızla Bektaşi, bir başka kente gitmek üzere bir kervana katıldılar. Sofu, ikindi üzeri namaz kılacağını söyledi. Bektaşi :

''Geç kalırsan kervanı kaçırırsın , sünneti bırak da yalnız farzı kılıver'', diye ögüt verdi.

Bektaşi'nin sözüne uydu adam. O gece bir yerde konakladılar. Ertesi sabah sofu, Bektasi'ye sitem etti.

''Dün bana sünneti kıldırmadın, gece rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm''.

Bektaşi adamın sözünü ağzına tıkadı:

''Daha ne istiyorsun! Farzı da bırak, rüyanda bu kez Tanrı'yı göresin''

Mahalle kahvesinde konuşuluyormuş:

- Gökte Ay görülmeyince, ramazan başlamaz; oruç için Ay'ı görmek şarttır...

Bu sözler Bektaşi'nin kafasına girmiş, Ay'ı görmemek için geceleri göğe değil yere bakıyormuş, evde de perdeleri kapatmış...

Ama, bir gece yere bakarak yürürken, bir su birikintisinin içinde Ay'ın aksini görmesin mi!..

- Ulan, demiş, çok kurnazsın, yapacağını yaptın, ama, ne yaparsan yap, şu orucu tutmayacağım...

Osmanlı'da bir adamı zaptiyeler sille tokat karakola götürüyorlarmış...

Bektaşi sormuş:

- Ne yaptı bu adam, suçu ne?..

- Oruç yemiş...

Bektaşi adama yaklaşmış:

- Ulan, demiş, madem günah işleyecektin, oruç yerine şu beş vakit namazı yeseydin ya...

Gelelim deyimimize:

Ben Allah'ın İşine Karışmam, deyimi:

Bir Bektaşi dervişi, hamama gitmiş. Bakmış ötede beride irili ufaklı hamamböcekleri gezinmekte. Hem kızmış hem içi kalkmış:

"Hey, benim Rabbim, bu münasebetsiz ve sevimsiz hayvanları ne diye yaratırsın acaba" diye söylenmiş.

Aradan bir müddet geçmiş ve Bektaşi bir gün hastalanmış. O devrin hekimlerinden biri :

"Baba efendi, senin bu hastalığının ilacı şudur: Kırk tane iri hamamböceğini bir okka maydanoz ile kaynatıp üç gün, sabah akşam içeceksin, bak hastalığından eser kalacak mı?" demiş.

Baba bu işe pek eyvahlandıysa da, bakmış ki hastalık aman vermiyor, yâ Allah deyip hekimin bu tavsiyesini çaresiz iğrenerek yapmış. Artık, sebep hamamböcekleri mi olmuş, o bir okka maydonoz mu bilemeyiz ama Allah da şifasını vermiş.

Sıhhatine kavuşan baba erenler, bir zaman sonra uzunca bir seyahate çıkmış. Bindiği gemi denizin ortasında öyle bir fırtınaya tutulmuş ki, hem kaptan, hem tayfalar, hem yolcular "Allah'ım sen bizi kurtar, şöyle zekat vereceğiz, şöyle kurban keseceğiz" diye adaklar adar dururlarmış. Bizim Bektaşi ise, bir köşeye sinmiş ne konuşur, ne kaçışırmış. Yolculardan biri, onun bu sakin halini farkedip:

"Yahu, baba, bakıyorum hiç sesin çıkmıyor. Sen de bir şey adasana!" deyince baba erenler şöyle demiş:

"Aman evladım, ben Allah'ın işine karışmam, bir defa karıştım bana tam kırk tane hamamböceği yedirdi."