Dünkü yazımda hüznün şairi Ahmet Haşim’in hayatından bir kesit vermiştim. Kaldığım yerden devam edeceğim:

Ahmet Haşim, Paris yolculuğunun izlenimleriyle İkdam’da çıkan yazılarını Bize Göre adıyla bastırdı. Aynı yıl, Gurabâ-hâne-i Lâklâkan yayınlandı.

1928’den sonra böbreklerindeki rahatsızlık artmaya başladı. Osmanlı Bankası’ndaki işinden ayrılmak zorunda kaldı.

Vaktiyle İzmir’de tanıştığı Şükrü Saracoğlu’nun yardımıyla Anadolu Şimendiferleri Şirketi Likidatörlüğü Meclis-i İdâre Üyeliği’ne getirildi. Bu oldukça rahat bir işti. Haşim’in sevinci uzun sürmedi. Hastalığı ilerlemişti. Tedavi amacıyla 1932’de Almanya’ya gitti, Frankfurt’ta bir kliniğe yattı.

 Yurda dönüşünde, gezi anılarını Mülkiye dergisi ile Milliyet gazetesinde yayımladı. 1933’te bunları Frankfurt Seyahatnamesi adıyla kitap haline getirdi. Bu sıra karaciğer hastalığı nüksetmişti. Zaten, Almanya’dan da tamamıyla iyileşmeden ayrılmıştı. Üstelik hekimlerin perhiz öğütlerine de –yemeyi sevdiğinden pek uymamıştı. Bundan dolayı, yeniden yatağa düştü. 1933 yılı 4 Haziran Pazar günü saat 15’e doğru ruhunu teslim etti.

Sıcak bir günde Eyüp'teki mezarına gömüldü. Peyami Safa, mezarı başında irticalen şunları söylüyordu:

" Haşim, bu güne kadar bir, türlü gelmeyen bahar, bugün seni burada teşyie geliyor. Bak senin leyleklerin 'pür hayal leylekler' mezarının üstünde dolaşıyorlar... "

Ahmet Haşim'in genç denecek bir yaşta ölümü, ülke çapında büyük üzüntü yarattı. Dönemin belli başlı bütün edebiyatçıları, fıkra yazarları o'nun arkasından yazılar yazdılar.

1921 yılında başarısız bir evlilik denemesi yapan Ahmet Haşim’in hayatının son günlerinde, yanında olan ve hastalığı süresince ona şefkatle bakan hanımla evlendiği ve birkaç gün sonra vefat ettiği bilinir.

Ahmet Haşim’in, Karanfil şiirini sözü edilen vefa dolu ve muhterem bir kişi olduğundan kuşku duyulmayan Güzin  Hanım için yazdığı öne sürülüyor.

 “Yarin dudağından getirilmiş

Bir katre âlevdir bu karanfil,

Ruhum acısından bunu bildi!

 

Düşdükçe  vurulmuş gibi, yer yer,

Kızgın kokusundan kelebekler,

Gönlüm ona pervane kesildi.

Hepimizin bildiği ve sevdiği karanfili,  ancak Haşim bu şekilde tasvir edebilirdi.  Bir damla alev olan karanfil,  niçin yârin dudağıdır ve niçin acıdır?

Bu soruyu Yusuf Ziya Ortaç Haşim’in ölümünü izleyen günlerde Galatasaray Lisesi’nde verdiği konferansta anlatmış:

Cenap: “Senin ağzın benim, benim ki senin / Çifte buseyle yek dehan olduk!” diyor.  Nedim: “Ne berk-i güldür o leb, çiğnesem şeker sanırım, / Ne goncadır o dehen, koklasam şarap kokar!” demektedir.  İkisi de dudağın lezzetini, busenin tadını biliyor.  Ama Haşim’e göre, şeker tadı veren bir gül yaprağı ve şarap kokan gonca değil.  Karanfil, acı ve kokusundan belli ki, yârin dudağından getirilmiş…

Ahmet Haşim, dış dünya gözlemlerini kendi prizmasından geçirerek anlattı; sonbahar, akşam kızıllığı ve karamsarlık önemli temalarıydı.

Edebiyatımızın en güzel şiirlerinden biri şüphesiz ki “Merdiven”di

“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

 

Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

 

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

 

Bu bir lisân-ı hafî[1]dir ki rûha dolmakta

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…  

(Piyale, 1926) 

 İhtiyarlığa ulaştıran hayat yokuşu ile gurup arasındaki sembolik ilgiyi anlatmakta. İşte melâl bu. Sözlüklerde yazılan tanımıyla “usanma, sıkıntı, bıkma” değil. Haşim’in şiiri sembolik olduğu için, her okuyan bir anlam vererek kendinden bir şeyler katabiliyor. Ama, her tuşu ayrı bir ahenk veren piyano gibi, her bahri ayrı bir ahenk veren, aruzun “mefâilün feilâtün mefâilün fâlün” vezni de duygulara ayrı bir derinlik vermekte.