Tanzimat Dönemi’nin yenilikçi edebiyatçılarından Abdülhak Hâmid Tarhan’ı doğum yıldönümünde anlatacağım. Abdülhak Hâmid Tarhan 2 Ocak 1852’de İstanbul’da doğdu. Tarihçi ve Tahran Büyükelçisi Hayrullah Bey'in oğlu, Hekimbaşı Abdülhak Molla'nın torunuydu.
1862’de 10 yaşındayken ağabeyi ile birlikte Paris’e babasının yanına gitti. Bir süre Paris'te eğitim gördükten sonra 1864'te İstanbul'a döndü.
Yaşının küçüklüğüne rağmen Bab-ı Ali’de tercüme odasına kâtip olarak girdi. Bir yıl sonra Tahran Büyükelçiliği’ne atanan babasıyla birlikte İran’a gitti. Farsça öğrendi. Babasının 1867’de ölümü üzerine İstanbul’a döndü. Maliye Mühimme Kalemi’ne girdi. Şûra-yı Devlet ve Sadaret kalemleri'nde çalıştı.
1871'de Fatma Hanım'la evlendi.1876'da Paris Büyükelçiliği İkinci Katipliği'ne atandı. 1878'de görevden alındı, iki yıl açıkta kaldı. 1881'de Gürcistan'da Poti, 1882'de Yunanistan'da Golos konsolosluklarına, 1883'te Bombay Başkonsolosluğu'na atandı. Bombay'dan gemiyle İstanbul'a dönerken uğradıkları Beyrut'ta eşi Fatma Hanım'ı kaybetti. Bu ölümün sarsıntısıyla ünlü şiiri "Makber"i yazdı.
1886'da Londra Büyükelçiliği Başkatipliği görevine getirildi. Londra'da Bayan Nelly ile evlendi. 1895'te Lahey'e elçi olarak gönderildi. Bir yıl sonra Brüksel elçiliğine getirildi. Nelly'nin 1911'de ölmesinden sonra İstanbul'da Cemile Hanım ile evlendi. Bu evlilik 20 gün sürdü.
1912'da Belçika asıllı Lüsyen Hanım'la evlendi. Aynı yıl görevden alınınca İstanbul'a döndü. Meclis-i Âyan üyeliğine getirildi. İstanbul'un 1920'de işgal edilmesi üzerine Viyana'ya gitti. Sıkıntı içinde yaşadı. Ankara Hükümeti yurda dönmesini sağladı. Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra kendisine maaş bağlandı.
İstanbul Maçka Palas'ta bir daire verildi. 1928’de İstanbul Milletvekili seçildi ve ölünceye kadar milletvekili olarak kaldı. 12 Nisan 1937’de İstanbul’da öldü. Mezarı Zincirlikuyu’da bulunuyor.
Lise yıllarında Abdülhak Hâmid Tarhan Makber şiirini ezbere bilirdim.
“Eyvâh! .. Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim o hâksâr kaldı,
Bir kûşede târumâr kaldı.
Bâkî o, enîs–i dilden eyvâh!
Beyrût’ta bir mezâr kaldı.
………”
(Eyvah ne yer ne yar kaldı; /Gönlüm acı ve iniltiler içinde kaldı. // Şimdi buradaydı, gitti elden; / Ezelden gelip, ebede gitti. // Ben gittim; o kara toprak içinde kaldı. / Eyvah, o gönül yoldaşından geriye, Beyrut’ta bir mezar kaldı. ….)
Şiirin hikâyesini empati yapmaya kalkışırdım. Çünkü Abdülhak Hâmid, bu şiirde veremden ölen ilk karısına olan sevgisini, büyük acısını ve özlemini yansıtıyordu. Hâmid, Hindistan’ın Bombay şehrinde başkonsolos olduğu sırada hastalığı şiddetlenen Fatma Hanım, tedavi için Türkiye’ye getirilirken 1885’te Beyrut’ta ölmüş ve oraya defnedilmişti.
Platonik olarak âşık olduğum kızı aklıma getirir, hayalen de olsa böyle bir sonuçla karşılaşsam çıldırırdım. Ve sonra Hafız Burhan, Hamiyet Yüceses ve Makber… Dinle dinle dinlemekten usanmadığım bir gazeldi:
“Her yer karanlık pür nûr o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi ya Râb
Ya habgâh-ı dilber mi ya Râb
Rüya değil bu, ayniyle vâki
Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir hacle-gâhe
Bir hacle-gâhe dönmüşse türben
Aç koynunu aç mâşukanım ben..”
Makber gazelinin sözlerini Makber kitabında aramayınız. Bulamazsınız. Abdülhak Hâmid’in tiyatro eserleri arasında “Tarık Yahut Endülüs’ün Fethi”nin içinde bulunuyor.
Oyundaki Papaz, önce Lusi’ye sonra onun annesine şehvet duygularıyla aşık oluyor, papazın isteklerine boyun eğmeyen anne kız intihar ediyorlardı. Lusi’nin dilinden söylenen bu şiir, intihar sahnesinin olduğu ilave fasılda yer alıyor.