Duvarın ötesine geçince, insan nasıl geçtiğini bilmiyor. Bir kuş gibi uçuyor, bir su gibi akıp gidiyor zaman. Daha dün gibiydi. Hastalanmış yatıyordum.

Böylesi günlerde duygular denizinde, nostalji selinde olurum. Dışarısı berbat mı berbattı. Çevreye zamanından önce karanlık çöktü. Dilimde  eski şarkının bir kuplesi kırık plak gibi tekrarlanıp duruyordu:

“...Günün minesi soldu.”

Mehmet Zeki Akdağ’dan almıştım acı haberi. Buz kesilmiştim. Kırık plak susmuş, “Gülün teni soldu” demiştim. Aradan bir yıl geçmiş. Hayırdır inşallah. Bugünlerde de bir türkü var ki dilimden düşmüyor:

       “Mihrican mı deydi gülün mü soldu

        Gel ağlama garip bülbül ağlama

        Felek baştan başa kimi güldürdü    

        Gel ağlama garip bülbül ağlama..”

Mihrican, sonbaharda geceyle gündüzün eşit olduğu zamanın adı. Ten toprağa düşünce, gecenin gündüzden, gündüzün geceden alacağı mı kalır?

İslâm mitolojisinde, tasavvuf anlayışında, gül güzelliğin anlatımıdır. Adem ile Havva'nın üzerinde kuruyup yere dökülen cennet yaprakları güzel kokulu bitkiler olarak filiz verir ki, onlardan biri güldür. Gülün Hazreti Muhammed'in terinden doğduğunu, mevlitlerde gülsuyu ikramının bundan kaynaklandığını belirtir efsanelerimiz.

Yine tasavvufta, gül goncası, insanın kendisiyle ve Tanrı'yla baş başa kalmasını sembolize eder. Açılmış gülse, can sırrının açığa vuruluşudur.  Bir başka açıdan, gül ömrünün kısalığını anlatır ki bu hale “Gülzâr-ı fenâ” demişler. Aslolan “gülzâr-ı bekâ”dır. Sonsuzluk ülkesi anlamındadır.

Uzun söze ne hacet var. Sevgili Gülten Çiçek’in “gülzâr-ı bekâ”ya yükselişinin üzerinden yirmi bir yıl geçti.

Hatam varsa beni bağışlayın. Niyazî’nin gazelini hatırlamaya çalışıyorum:

“Gül müdür, bülbül müdür şol zar u efgan eyleyen?

Ten midir, ya dil midir, hem Arş'ı seyran eyleyen?

.....

Ey Niyazi kim vücudun terkederse ol dürür

Cümle yüzler içre ol bir yüzü seyran eyleyen”

Gülten Çiçek, şimdi sonsuzluk ülkesinde bizi seyran eylemekte. Gerçeklerin aynasından bizlere bakıp, bakıp da halimize gülmekte

Evet. Yokuş aşağıya zaman bir su gibi akıp gidiyor. Bir zamanların geçmek bilmeyen zamanını şimdi tut tutabilirsen. On yıl önceydi. Değerli şair Feyzi Halıcı, TRT için “Bir Şiirin Hikayesi” adlı dizi hazırlıyordu. Bazı şairlerin şiirlerinin hikayesini oyunlaştırmak görevi bana verilmişti. Mehmet Zeki Akdağ’dan Ayhan İnal’a, Zühal Sayman’dan Meral Dalaman’a kadar pek çok sanatçının şiirlerin hikayesini yazıp radyo oyunu haline getirdim. Bu sanatçılardan biri de Gülten Çiçek’ti. Radyo için oyunlaştırdığım şiir “Adını Sen Koy” adını taşıyordu.  Sonradan bu oyun Televizyon senaryosu haline getirilmiş. 1999 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan “Bir Şiirin Hikayesi” adlı kitabın 207 -217 sayfalarında yayımlandı. Oyunda geçen “GÖNÜL DOSTU” benden başkası değildi.

Ama bazı anılar var ki, unutulmuyor. Gülten Çiçek’le ilgili daha eski anılara gitmek istiyorum.  Kırk yıl önceye:

1970'li yuların ikinci yarısı. Cağaloğlu'da, şimdi yerinde ne var bilmiyorum, Maliye Bakanlığına bağlı Güneş Matbaacılık'da adeta değirmende gibi gazete öğütülüyor. Matbaanın binasında Haber, Ekspres, Bizim Anadolu, Hakikat (Şimdiki Türkiye) gazeteleri var. İstiklal adlı gazetenin yazıişleri müdürlüğünü yapıyorum. Pırıl pırıl bir üniversiteli kız çalışmaya başladı. Terbiyeli, seviyeli ve içten. Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde okuyor. Ailesi Bandırma'da. Haşim Nezihi Okay'ın öğrencisi olmuş. Edebiyat ve şiirin mayasını sağlam yerden almış. Kendisinde de cevher var. O zamanlar ofset sistemi yaygınlaşmamış. Entertip ve lonotiplerde yazılar kurşun satırlara' diziliyor, sayfalar teknelerde bağlanıyor. Preste karton matrislere çekildikten sonra, kalıplara dökülüyor ve tipo rotatifte basılıyor. Elimizden şimdi Çorum Basın Müzesi’ne hediye ettiğim tipometre düşmüyor.