Antakya ve Hatay’ın çeşitli ilçelerine her gidişimde büyük bir hoşnutluk duyguları ile dönmüştüm.

Antakya’da ilk gördüğüm yerlerden biri Saint Pierre Kilisesi’ydi. Klise, Stauris Dağı'nın batısında kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9,5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşuyor. Burası, Hıristiyanların gizli toplantıları için kullanılıyormuş. En eski kiliselerinden biri olarak kabul ediliyor.

Kilisenin erken döneminden günümüze yalnız taban mozaiğinin parçaları ve sunağın sağında, duvar boyamalarının izleri kalmış. Dağa açılan tüneli bir zamanlar burada toplanan Hıristiyanların baskınlar sırasında kaçmak için kullandıkları sanılıyor. Kayalardan sızarak yalakta toplanan su vaftiz için kullanılıyormuş.

Kilise ziyaretinden sonra Antakya sokaklarında ilerlerken Zafer Atay ağabey içinde bulunulduğumuz Kurtuluş Caddesi’ne ilişkin bilgi veriyordu: “Sokak aydınlatması uygarlığın bir simgesidir. Sokak aydınlatması tarihte ilk defa bizim yurdumuzda 1.yy.da Antakya'da yapılmıştır. İşte bu sokakta…”

İleride bulunun Dev mozaik gün yüzüne çıkarılmış altı müze üstü otel yapılacak.

Aynı cadde üzerinde bir restoranda değil, Sağıroğlu kasabının içinde tepsi kebabı yedik. Kolay ve lezzeti yemeyen bilmez dedirten cinsten harika bir yemek. Malzemesini kasaplar istediğiniz miktarda hazırlıyorlar. Gözümüzün önünde de pek çok müşteri için özel satırlarla eti ve katkılarını çekerek hazırladılar. Hatay Gazetesi'nin Yazıişleri Müdürü Mithat Kalaycıoğlu sipariş vermiş, kasapta hazırlanan malzeme fırında pişirilmiş ve dükkânın içinde yirmi kişilik bir masada bize sunulmuştu. Sıcak pidelerle tepsilere iştahla bandık.

Hataya geldiğimiz ilk gün Samandağ ilçesine doğru bir yolculuk yaptık. Musa dağının güzelliklerini seyrederek, ciğerlerimize oksijen ziyafeti çekerek Alevi Sünni köylerinden beldelerinden geçerek ilerledik. Yolumuz Vakıflı köyüne uğradı. Türlü türlü likörler, şaraplar, reçeller, şuruplar, sabunlar, şifalı bitkiler organik tarım yapan bu Ermeni köyünün ürünleriydi.

Geçtiğimiz ilginç köylerden biri Hıdırbey köyüydü. Meydandaki dev çınar ağacı tam 1600 yaşındaydı. Ama onu farklı kılan yaşı değildi. Halk, bu ağacın Hz. Musa'nın asası olduğuna inanıyor. Şöyle anlatıyorlar:

“Hz. Musa ve Hz. Hızır Samandağ'ın deniz kenarında bugün ziyaret olduğu yerde kaya üzerinde buluştuktan sonra dağa çıkarlar... Dağda yürürlerken bir dere kenarına gelirler. Hz. Musa dereden su içmek ister. Asasını almak için geriye döndüğünde bir mucize eseri olarak asanın yeşermiş olduğunu görür ve orada bırakır. İşte bu ağacın o asa olduğuna inanılmaktadır. Çevreden gelen halk bu ağacı ziyaret ederek dilek tutup, dua okuyorlar. Onlar tuttukları dileklerin ve dualarının kabul olacaklarına inanıyorlar. Koruma altına alınmış bu ağacın içerisinde tam 5.40 mt. çapında oyuk bulunuyor. Bu oyuğa 5 kişi rahatlıkla sığabiliyor. Ağacın çevresi 20, yüksekliği 16.50 mt. Ağacın yanında bulunan kahvehanenin bahçesinde oturup koca çınarın gölgesinde çaylarını yudumlamanın keyfini yaşadık.

Antakya’nın pek bilinmeyen ilginç kalıntılarından biri Çevlik yöresinde bulunan Tituz tüneliydi. Burası M.Ö. 300 yılında Seleukos Nikator tarafından kurulan antik liman şehriymiş. İçerisinde tapınak, Akrepol, Nekrapol alanı bulunmaktaymış. Akdeniz ticareti için önemli olan limanın dolmasını engellemek amacıyla dev tünel ve kanallarla dağlardan gelen suların yönü değiştirilmiş. Titus zamanında bitirilen 7 m. yüksekliğinde, 6 m. genişliğinde 1380 m. uzunluğunda insan eliyle yapılmış bir tünelin yakınlarında on iki Kaya Mezarı var. Bunlardan Beşikli Mağara görülmeye değer.