Kadınlarımızın yüceliği ve vatan için özverilerini en iyi bilen Atatürk'tü. Günümüzün bayan gençleri, Hangi mankenin hangi organının silikonlu olduğunu biliyor, kimin kimle çıktığını bir çırpıda söylerken, Türk kadınlığının gerçek sembollerinden birini bilemiyorlarsa, bunun kabahatlisi biz değil miyiz?
Yeryüzünde en kutlu emekçi kadın, Türk kadınıdır. Atatürk'ün şu sözleri bir gerçeğinin anlatımı değil mi?
"Milleti ölümden kurtararak kurtuluşa ve bağımsızlığa götüren kararlılık ve eylemde, her vatan evladının çalışması, gayreti, yardımı ve özverisi bulunmaktadır. Bu bağlamda en çok saygıyla anılacak bir yardım vardır ki o da Anadolu kadınının ortaya koyduğu çok yüce, çok değerli özveridir. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ulusunda Anadolu köylü kadınının üstünde kadın gayretinden söz etme olanağı yoktur. Ve dünyada hiçbir milletin kadını, 'Ben, Anadolu kadınından daha çok çalıştım, ulusumu kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim' diyemez!"
Gerçekten, Savaş acıydı, zordu, güçtü. Kurtuluş savaşında Anadolu kadını her türlü acıyı yaşamıştı. Aç kalmış, açık kalmıştı. Düşman süngüsü, kurşunu ile şehit düşmüş, yaralanmış, yaraları iyileşmeden yine cepheye koşmuştu. Kimisi eşini, çocuklarını kendi eliyle toprağa vermiş, kimi kurtuluşu görmüş, kıvancını, sevincini yaşamıştı.
Birkaç enstantane aktarayım:
Bir Yunan fırkası, Domaniç, Sultan Dağları üzerinden geçip Kütahya üzerine yürümüştü. Karargâh Kumandanı Nâzım Bey şehit olmuştu. İnegöl halkı yediden yetmişine kadar düşmana karşı koymaya hazırdı. Silah bulamayanlar, taş, odun, demir parçalarıyla vatanı korumaya gidiyorlardı...
O sırada Domaniç Dağları'nın bu yiğit kadını da yirmi yıl boyunca bütün bir gençliğini harcayarak yetiştirdiği oğlunun eline silahını vermişti. Ona aşıladığı vatan sevgisinden emin bir halde, gururla, İnegöl'e düşmanın karşısına göndermişti.
Ama, dağdan inen bu saf köylü çocuğu, bilmeden hain bir jandarma onbaşısının oyuncağı olmuştu. Yaptığı işin kötülüğünü bilmeden düşmana haber taşımıştı. Gel gör ki, köyünde oğlunu, yurdunun kurtuluşu için dua ederek bekleyen bu talihsiz anaya, uğursuz haber ulaşmıştı:
"Oğlun casusluk etti!"
Kadın bir an duraklamadan silahlarını kuşanarak atına binip yola düşmüştü. Kuytu ormanlar, yalçın kayalar aşarak bir yıldırım hızı ile İnegöl'e inmişti. Oğlunun bulunduğu yere varmış, kendisini görmek üzere geldiğini söylemişti:
Anasının gelişine sevinen oğlu, elini öpmek için koşa koşa yaklaşmaktaydı. Atının üstünde dimdik bekleyen kadın, kara feracesinde sakladığı silâhı çekmiş, tek kurşunla oğlunu toprağa sermişti... Atının başını çevirerek arkasına bakmadan, bir kasırga hızıyla dönüp kaybolmuştu.
Yurdumuzu kurtuluşa götüren ilk kıvılcımın içinde, "Ulusal Güç"ün binlerce adı bilinmeyen kadın kahramanı vardı.
O analarımız, bacılarımız ki, "Biz de varız" demişlerdi. Üstlendikleri görev, cephe gerisinden silah, mermi, ilaç, yiyecek, erzak sağlamak ve ulaştırmakla sınırlı kalmamıştı. Onlar, aynı zamanda kahramanca çarpışarak "Ulusal Güç"ümüze güç katmıştı...
O analarımız, bacılarımız ki, yavrularını, "Ya şehid ol, ya gazi" ninnileriyle kundaklayıp büyütmüş, onları davul zurna eşliğinde kutsal göreve, askere uğurlamıştı.
O analarımız, bacılarımız ki, cephaneleri sırtıyla, kollarıyla, bulursa kağnılarla savaş alanlarına taşımışlardı. Yağan karın altında üstlerine örtmedikleri yorganlarını, «Milletin malıdır, nemlenirse bozulur» kaygısıyla mermilerin üzerine örtmüşlerdi. Çıplak ayakla karın üzerinde cepheden cepheye koşarken: «Memleketim düşman çizmesi altında, benim içim yanıyor, ayaklarımın üşüdüğünü mü duyarım» demişlerdi.
O analarımız bacılarımız ki, bebesini komşusuna bırakmış, kimisi cephane yollarında, ateşin ortasında doğum yapmıştı. Her şeylerini düşmandan kurtuluşa adamışlardı.
O analarımız bacılarımız ki, bununla yetinmemişti. Düşmanın zulmüne karşı eşinin, kardeşinin, babasının yanında cephede açık savaşta da yer almıştı. Kimi zaman mahallenin, köyün erkeklerinden de önce düşman üzerine atılmışlardı.