Öğrencilerinin öğrencisi olabilmiştim.
Demişti ki:
“……
Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan,
Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan,
Dönmeyen gemiler olduk açıktan,
Adımızı soran, arayan var mı?…
Elbette adını soran arayan bencileyin çok kişi var. Anımsamayanlar, yani hatırlamayanlar için ufak bir dokunuş yapmayı görev edinmemiz gerek. Hani desem ki:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim… “
Henüz baharı yaşamadan, yazdan bir iki hafta alıverdik. Önce omuzlarımı verdim güneşe, derin derim sıcak havayı çektim ciğerlerime. Kemiklerimi ısıttım. Çayır çimenin beni çektiğimi hissettim. On beş, on altılı yaşlara gidebilseydim. Ah!
“Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak,
Rüyalarım kadar sade, güzeldin,
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerine yaz bahçelerinin.
….”
Nice yazlar yaşadım. Pek çoğunuz da yaşamıştır kuşkusuz. Başınızı kaldırıp, beyaz beyaz bulutları izlemişsinizdir. Ya da bir ikindi zamanı çınar gölgesinde iki bakışın hülyası içinde erimişsinizdir. İşte şuranızda bir yakışı duyumsayıp elinizi bağrınıza götürmüş, hüzün yumağı sarmışsınızdır:
“…….
Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde;
Mahmur süzülen bakışlar
İkindi saatlerinde…
Birden gülümseyen yüzün
Sabahların aynasında
Ve beni çıldırtan hüzün
İki bakış arasında.
Artık yüzde doksanınız şair, romancı, bilim insanını tanımıştır. O, eserleriyle olduğu kadar, nitelikleri, sahip olduğu kültürün derinliği ile de, yakın devir edebiyatımızın önemli kişilerinden biriydi. Roman alanında çok sayıda eser vermemesine rağmen, ancak, ölümünden sonra yayınlanabilmişti. Hakkında kırka yakın inceleme kitabı çıkmıştı. O, çağdaşlaşma sürecinde bireyin, geleneksel kültürle modern kültür arasında sıkışması, yaşadığı çatışma, bunun toplum hayatına yansımasını romanlarında işlemişti.
Cumhuriyet döneminin ilk öğretmenlerindendi. "Bursa'da Zaman" şiiri ile geniş bir okuyucu kitlesi bulmuştu. Şiir, hikâye, roman, deneme, makale, edebiyat tarihi gibi birçok türe yönelmişti. Bursa’da Zaman’dan bir bölüm alıyorum:
“Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar…
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.
……….”
Sevgili dostlarım ebetteki Ahmet Hamdi Tanpınar’dan söz ediyorum. 23 Haziran 1901’de İstanbul’da doğdu. Çocukluğu, kadı olan babasının görev yaptığı Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya'da geçti. Annesini Kerkük'ten yaptıkları bir yolculuk sırasında 1915'te tifüsten kaybetti. Lise öğrenimini Antalya'da tamamladıktan sonra yükseköğrenim için 1918'de İstanbul'a geldi. Baytar mektebine girdi. Ama devam etmedi.
Darülfünun-ı Osmani’nin (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Erzurum, Konya ve Ankara, İstanbul‘daki liselerde öğretmenlik yaptı. Ahmed Hâşim'in vefâtıyla boşalan "estetik mitoloji" derslerini vermek üzere 1933'te Sanayi-i Nefise'ye tâyin edildi. Tanzimat'ın 100. yıldönümü dolayısıyla 1939'da eğitim bakanı Hasan Âli Yücel'in emriyle edebiyat fakültesi bünyesinde kurulan "19'uncu asır Türk edebiyatı" kürsüsüne, doktorası olmadığı hâlde, "yeni Türk edebiyatı profesörü" olarak atandı ve Tanzimat'tan sonraki Türk edebiyatının tarihini yazmakla görevlendirildi.
Yarın Tanpınar’ın kitapları arasında gezininken acaba günümüzün gerçeğini mi buldum