Dünkü yazımda Ahmet Tufan Şentürk’ün manevi saygınlığından söz etmiştim. Bu gün onun hakkında yazılan kitapları hatırlatacağım:
1997 yılıydı. Rıdvan Çongur’un “50. Sanat Yılında Ahmet Tufan Şentürk” adlı kitabını almıştım. Sevinçliydim. Arkasından Rahmetli Mustafa Ceylan’ın “Ahmet Tufan Şentürk / Hayatı Sanatı Şiirleri” adlı kitabı çıktı. Sevincim iki kat arttı. Düble mutluluğu yaşıyordum. Daha önce de Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili özel eserler hazırlanmıştı. İ. Ünver Nasrattınoğlu ve Göngör Özden’in ortak çalışmasını hatırlıyorum. Yahya Akengin’in “Torosların Öbür Yüzü” adlı oyununu ve Rahmetli Nüzhet Erman’ın “Ahmet Tufan Şentürk Destanı” ancak mükemmel kelimesi ile tanımlanabilirdi.
Feyzi Halıcı’nın hazırladığı “Bir Şiirin Hikâyesi” dizisi içindeki Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili hazırladığı “hem radyoda hem TRT televizyonunda yayınlanmıştı. Yine Ahmet Tufan Şentürk’ü anlatan Taha Feyizli tarafından çekilen “Çakırdikeni” adlı belgesel, uzun süre konuşulmuştu. Bu bağlamda Kültür Bakanlığı’nın Ahmet Tufan Şentürk adlı kitabını da unutmadan not etmek istiyorum.
1999 yılıydı. Ülkemizde Türk Halk Edebiyatı’nın bir bilim dalı olarak yaygınlaşmasında, kabul edilmesinde üstün gayretleri olan, hocaların hocası olan Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun “80. Doğum Yılında Şair Ahmet Tufan Şentürk” adlı kitabı, kültür hayatımıza Ahmet Tufan Şentürk’le ilgili yeni ve özel bilgileri kazandırdı. Aynı yıl yayınlanan Mustafa Ceylan’ın “Torosların Türküsü” adlı biyografik romanında, Ahmet Tufan Şentürk anlatılıyordu.
Bir şaire, hayattayken, böylesine değer vermek, toplumumuzda alışılmış bir davranış değildi. Öyleyse niçin Ahmet Tufan Şentürk’e ilişkin eser vermek için herkes can atıyordu. Adı okullara, kütüphanelere veriliyordu.
Bu sorunun yanıtı, onun, yaratılanların en kutlusu olan, insan gibi insan, olmanın bütün niteliklerini taşıyor olması, gerçeğinin içindeydi. Örnek alınası bir hayata, bir kişiliğe sahipti.
Onu örnek alabilmek, onun hayatından bir pay çıkarabilmek bir nasip işiydi ki, bundan hisse çıkarabilen nasipli kişiler, zaten onu bir manevi baba biliyor ve onun sevecen ve koruyucu sıcaklığını yüreklerinde duyuyorlardı. O kişilerden birisi de benim.
Bir ara gözüm televizyona kaydı. Yine vahşet, yine insanın insana ettiği zulmün görüntüleri sıralanıyordu. Onun “İnsanlık Şarkısı adlı şiirini hatırladım:
“Neden parça parça dünya / Burası doğu, orası batı / Neden ayrı dilde, dinde insanlar / Neden beyaz, kızıl, sarı, kara / Bu şehirler, bu sokaklar, bu insanlar / Japonya'da, Kore'de, Kıbrıs'ta / Top, tüfek, bazuka, atom, roket / Ölüm çığlıkları dinledi çocuklar / Sevgi yerine, şefkat yerine, ninni yerine / Bu şehirler, bu sokaklar, bu insanlar ........”
“Yandı Kerim’in arpa tarlası” diye bir deyimimiz vardır. Bakınız Ahmet Tufan Şentürk bunu ne güzel mısralaştırmış:
Boşuna yağmur duası
Ateş düştü can evine dünyanın
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Yüreği titriyor toprağın, taşın
Tedirgin gökte yıldızlar
Çatlayacak gibi her kafatası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Kapandı sımsıkı pencere, kapı
Sızmıyor ne hava, ne ışık, ne ses
Artık birbirinden korkuyor herkes
Bütün işlerimiz oldum olası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Körleşti duygular ağlamak niye
Tanrı bile düşünmüyor kulları
Kızgın bir çöldeyiz, ellerde asa
Şeytanın elinde kaldı su tası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Başlar kurşun gibi, bakışlar ürkek
Yenilen, içilen zehir, zemberek
Bir çaba ki ölüm dirim çabası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..
Kısaldı bir uçtan bir uca dünya
Artık olmaz, olmaz, her şey olur ya
Hani nerde kaldı Mesih hülyası
Yandı dostlar, yandı,
Kerem’in arpa tarlası..