Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay anlatıyor .

«Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı.

- Bunlar kim? dedim.

- Çocuklarım! dedi. Sonra anlattı

Âkif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın! » demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif'te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş.

Mithat Cemal devam ediyor;

- Halbuki o zamanlar, Akif Beyin beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı!

Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor;

Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım: Ben Vaniköy'de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim.

- «Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.”

İkiyüzlülere garazdı. Ama yaşı ilerledikçe "İki yüzlüleri artık sever oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım" diyordu ve yaşlandıkça herkesten kaçıyordu.

“Bugün bütün Türkiye'nin vefakar kalpleri onun resmine bir 'heyula gibi' değil, bir daha kavuşulmasına imkan olmayan bir iman ve ilham devrinin aziz hatırası gibi bakıyorlar. Kabrine inen nur ise bütün milletin ebedi minnetidir. Anasından emdiği süt kadar helal olsun...” dileğine ben de katılıyorum.

Verdiği öğütler içinde zaman zaman dünyanın ahvalini, zaman zaman gelişen tekniği ve bilimi esas almıştı. Cehaletin en büyük felâket olduğunu biliyor ve söylüyordu:

Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır.

Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır.

Eyvah bu zilletlere sensin yine illet,

Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet,

Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs,

Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs.

Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el.

Ey millet uyan ! Cehline kurban gidiyorsun.

“İslâm’ı da batsın” diye tutmuş yediyorsun.

Allah’tan utan. Bâri bırak dini elinden.

Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen.

Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât ?

Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat!

O, hem batı toplumunu hem de doğu toplumunu bu gözle okumaya çalışırdı. Akif, okur- yazar oranının artmasını, gençlere çağdaş bilimlerin öğretilmesinin gerektiğini, eğitimin tüketime değil üretime dönük olması gerektiğini, halkın fen bilimlerinden yararlanamadığını anlatır.

Atom 1919 yılında parçalandı. İnsanlık atom bombasından 1945 yılında haberdar oldu. Akif’i softalıkla, gericilikle suçlayanlar biliyorlar mı? O, atom enerjisinin büyüklüğüne ve önemine çok önceden işaret etmiş, uyuyanları uyandırmaya çalışmıştı:

“... Yarının ilmi nedir, halbuki ? Gayet müdhiş :

‘Maddenin kudret-i zerriyesi’ uğraştığı iş.

O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek,

Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek

O'na yükseldi mi, artık, değişir rûy-u zemin;

Çünkü bir damla kömürden edecekler te' min,

Öyle milyonla değil, nâ-mütenâhi kudret!..."

Mehmet Akif Ersoy’u ilerici olmamakla suçlayanlar, “O'nun istediği, özlediği bilim ve teknik düzeyini yakalayabildik mi?” sorusunu kendilerine sormalıdır.