Bir yazıda; ‘’bu kadar bol ve değerli olan zeytinin içinde halkımız neden zeytinyağı yiyemiyor’’ sorusuyla karşılaştım. Yazı; köy kavramanın bittiğini, köylülerin şehirlere göçtüğünü ve şehirlerin şiştiğini belirterek bitiyordu. Hepsi de doğru ve yerinde saptamalar.

Yazıyı okurken sorulan sorulara cevaplar verdiğimi fark ettim ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Zeytinden başlayacak olursak karşımıza çıkan en önemli sorun aslında genel olarak da tarımın en büyük sorunu olan üretim verimliliğinin düşük olması. Yani İspanya veya Yunanistan bir litre zeytin yağını 10 Tl’ye mal ederken bizde litre maliyeti 20 Tl’yi bulmakta. Dolayısıyla dış dünyada rekabet şansımız daha başlangıçta yok olmakta.

Bizde zeytin hasadı hâlâ elde sırıklarla yapılıyor, tamamen insan emeğiyle gerçekleşiyor hasat. Ve sonunda masrafların bile zar zor karşılandığı çıkıyor ortaya. Arbequina adıyla geliştirilen bodur zeytinlerde hasat makinelerle yapılmakta, birkaç kişiyle bir günde tonlarca zeytin toplanmakta. Ülkemizde ise zeytinliğin durumuna göre bir kişinin bir gün boyunca topladığı zeytin ortalaması 50 ile 100 Kg arasında değişmekte.

Zeytin hasadına genelde ailenin bütün bireyleri katılıyor. Neneler, dedeler, çocuklar mutlaka oluyor zeytini toplarken. Köylüler farkında değiller belki ama kendi yevmiyelerini yazsalar bir kenara ve elde ettikleri gelirle karşılaştırsalar  ne kadar zor bir durumda olduklarını ve hiç para kazanamadıklarını görecekler.

Bu insanları ayakta tutanın öz tüketim olduğunu belirtmekte fayda var. Kendi ürettikleri ürünü tüketiyorlar.

Zeytin ağaçlarının sulama ihtiyacının olmaması ağaçların tepelik, susuz arazilere dikilmesine neden olmuş. İnsanlar o günkü şartlarda doğru seçimi yapmışlar. Düz ve sulu alanları başka ürünlerle değerlendirmişler, suyun olmadığı yerlere yani tepeler, dağlara zeytin dikmişler. O günler öküzlerle, atlarla sürülen bahçeler günümüzde traktörlerle sürülemiyor. Çünkü çoğu dağlık tepelik arazi. Oysa verimliliğin ilk şartlarından biri düz,  büyük arazi ve sıra dikim. Ne yazık ki bu türde bahçeler yeni yeni kurulmaya başladı.

Bu topraklarda köylüler ‘’aslında sadece köylüler değil diğer insanlar da’’ bir başına bırakılmıştır. Cumhuriyet döneminde bu durum düzeltilmeye çalışılmışsa da ne yazık ki ‘’dışarıdan’’ gelen baskılarla engellenmiş ve insanımız yine bir başına kalmış. Bunca çaresizliğin arasında yine de ayakta kalmayı başarmış. Eğer insanınızı eğitmezseniz, sahip çıkmazsanız en önemli değeri yok etmiş olursunuz.

Köylünün doğal süreç içinde köylüden çiftçiye; köylerin çiftliklere dönüşmesi bu ülkede yaşayanları bir başına bırakarak engellenmiştir. Geleneksel yöntemlerde verimin düşük olması bu sektörde sermaye birikimine olanak sağlamamış;  dönüşüm ve büyüme olmamıştır.

Miras yoluyla bölünen ve küçülen araziler o arazileri işleyenleri  doyurmamaya başlamış ve bu insanlar ne yazık ki zorunlu olarak kentlere akın etmiştir. Bu geçişi de  en az sancıyla devlet sağlamalıydı. Tarım alanında çalışanlar sanayi ve diğer alanlara geçişe devletçe hazırlanmalıydı.

Amerika’da 1800’lerde tarımla uğraşan nüfus %80’dir. Günümüzdeyse bu oran % 2’dir. 2018 yılı verilerine göre ülkemizde tarım alanında çalışanların oranı % 18.4 olmuştur. % 2 ile % 18.4 karşılaştırılırsa tarım alanında nere olduğumuz görülebilir. Avrupa birliği ülkelerinin ortalaması % 4; OECD ülkelerinde ise % 4.5 olarak açıklanmıştır.  Devletin bir planı ve amacı olmalı; seçilen her hükümet de bu yolda ilerlemeli. İşin özeti budur. Ve ne yazıktır ki bizim yaşadığımız ise durmadan yıkıp yapmak, yıkıp yapmak ve bir arpa boyu yol alamamaktır.

Kırsal kesimde yaşayan insanların gelir ortalaması ülke ortalamasının ancak üçte biri kadar oluyor.

Başka söze gerek var mı?