Kazdağı türküleri içinde bir de ağıt örneği vermek istedim. Bildiğiniz gibi ağıt, felâket üstüne söylenmiş şiirlerdir. Eskiden Türklerde "yuğ" törenlerinde söylenen sagulardı. Ölenin iyiliklerini, ölümünden duyulan acıları sayıp dökmek üzere, ölü çıkan evlerde yas toplantılarında okunur ağlanırdı.
Şimdi anlatacağımız yas türküsü Ayvacık'ın Bektaş köyünde söylene gelmiş.
Gelelim öykümüze:
İstanbul'dan yola çıkanlar, Tekirdağ, Eceabat, Çanakkale, Ezine, Ayvacık, Asos ve Bektaş köyünden geçince, Sivrice Feneri'ne ulaşırlar. İstanbul'la burasının arası 450 kilometredir. Burundaki feneri görünce, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiirinden aklınızda kalan dizeleri mırıldanmadan edemezsiniz:
"...
Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında,
Bırak anılar gitsin biraz daha geri.
Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir,
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,
Hep bu benekte bu deniz feneri...."
Evet deniz fenerleri yalnızlığın ışıkları, karanın ve denizlerin bekçileriydi. Onlar, hem denizlerin, hem kendilerinin hem de bakıcılarının yalnızlığını içlerine gömüp yana söne ışıklarını vermekle görevliydiler.
Öykümüzün kahramanı Lütfiye, ben diyeyim altmış, siz diyiniz yetmiş yıl önce Bektaş köyü sahilindeki Sivrice Feneri bakıcısının kızıydı.
Yalnızlığını paylaştığı bir arkadaşı olmasa çıldırırdı. Arkadaşı Bektaş köyünden Rabiye'ydi. Arkadaşlıkları kardeşten öteydi. Biri öl dese, diğeri duraksamadan ölüme atılır, canlarını verirlerdi. Kimi zaman birlikte örgü örmeyi, gergef işlemeyi denerler, yeni motifler, oyalar yaratırlar, iç dünyalarını renk renk, nakış nakış yansıtırlardı. Ördükleri oyaları, işledikleri gergefleri serecekleri odalarını evlerini düşlerlerdi. Sonra karşılıklı yeminler öderlerdi:
"Unutmayacağız bir birimizi. Bizi ancak ölüm ayırır. Söz mü?"
"Söz"
Rabiye ile Lütfiye bir birleriyle ahretlik arkadaşı olmuşlardı. Ahrete kadar sürecek değil, öbür dünyada da sürecek arkadaşlık için kaviletmişlerdi.
Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. İki arkadaş da bir birlerini kar beyaz gelinlik içinde görmenin sevincini ve coşkusunu yaşamış, kendi yuvalarında mutluluğu kanat açmışlardı. Sözleri sözdü. Birinin oğlu, diğerinin kızı olurca bir biriyle evlendireceklerdi.
Ama gel gör ki, daha evliliğin toz pembe günlerinde, Lütfiye'yi hastaneye zor yetiştirmişlerdi. Doktorlar:
"Tek çare ameliyat," demişlerdi: "Tek çare ameliyat. Allah'tan ümit kesilmez."
Kara haber tez duyulur derler. Bir haber geldi Bektaş köyüne ki, katran karası. Dediler ki:
"Lütfiye öldü." Başlar yere eğildi. Herkesin eli kolu kesili yazdı. Kadınların, kızların kızanların hıçkırığından omuzlar titredi. Sivrice burnunun feneri o gece sanki çakmıyor, silik silik, sessiz sessiz, için için ağlıyordu.
Lütfiye ameliyat masasında kalmıştı.
Hastane türküleri, mahpushane türküleri dertlidir. Sonsuz acılar içindeki Rabiye, bir hastane türküsüne duygularını ekledi de öyle bir söyledi ki, dinleyenler göz yaşlarını tutamadılar:
"Kamyona bindirdiler kamyon vızıldar
Ölümde acısı başka midem sızıldar
Adı Lütfiye'dir soyadı Bostancı
Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare
Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare.
........
Yaptığım düzenler hep ellere kaldı
Benim bir evladım dillere kaldı.
Adı Lütfiye'dir soyadı Bostancı
Çaresiz dertlere düştüm doktor ne çare
Ölüm de bana yaklaşmış ah ne çare."
YARIN : KADİR EFE