Yaz ayların Altınoluk çevresinde geçirdiğim için vefat haberini geç aldığım ve cenazesinde bulunamadığım sanatçılardan biri de Mustafa Necati Sepetçioğlu olmuştu. Sepetçioğlu ülkemizde iz bırakan ender yazarlardan birisi olmasını ötesinde yakından tanığım, sohbet ettiğim, saydığım, sevdiğim bir ağabeydi. Acı haberi alınca derin bir üzüntüye boğuldum. Aradan on üç yıl geçti. (6 Temmuz 2016)

Sevgili arkadaşım Mehmet Demirtola ile ondan sık sık söz ederdik. Demirtola, Zileliydi. Zilelilerle evini ziyaret edişlerini, ziyaret sırasındaki konuşmaları aktarmıştı. Eşi öğretmen Asena Demirtola'nın okulda bir oyununu sahneye koyuşunu,  oyunu seyreden Sepetçioğlu'nun mutluluğunu olduğunu aktarmıştı. Ben bir süre görev yaptığım Basın İlan Kurumu'na zaman zaman gelişini, Gültekin Samanoğlu'nun Sepetçioğlu'na nasıl değer verdiğini, en son vapurla Kadıköy'e geçişimizi anlatmıştım. Karşılıklı anlatmalarımızda Sepetçioğlu'nda haklı bir burukluğun, küskünlük ya da bir gizli sitemin varolduğu ortak noktamızdı. Rahmetli Samanoğlu, vefat etmeden önce, gazetelerde yazılarının sürmesini çok isterdi. Tiryakisiydi. Bunu sağlamak için kimi zaman gazete yetkilileri ile onun adına görüşmelerimiz olurdu. Ama kesinlikle bunlardan Sepetçioğlu'nun haberi olmazdı. Haberi olsaydı, kesinlikle yazmazdı. O bir onur abidesiydi.

Okullarda sınıf öğretmenliği yapmadı ama, bizim neslin, manevi hocasıydı. Bizler tarihin yalnızca yılları gösteren rakamlar, sebep, sonuç ve harfi harfine ezberlenen anlaşma maddeleri olmadığını, Mustafa Necati Sepetçioğlu'ndan öğrendik. O, bize tarihi o sevdirdi. Ecdadımızın tarih tünelinde onurlu yerini ve duruşunu, onun Yaratılış ve Türeyiş Destanı'ndan başlayarak Çanakkale'ye kadar öğrendik. Çanakkale'ye ilişkin her cildin adı, Çanakkale'nin özetidir: Çanakkale 1 / Geldiler,... Ve Çanakkale 2 / Gördüler... Ve Çanakkale 3 / Döndüler...

Fransızlar nasıl tarihlerini, Michael Zevaco'nun "Pardayanlar" serisi ile tanıdılarsa, bizler de tarihimizi, tarih sorumluluğunun bilincinde olan, Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun, her biri derin araştırmalara dayanan kitaplarından öğrendik. 

Kilit adlı romanı,  Malazgirt Muharebesi'nin 900. yıldönümünde, 1971 yılında kaleme alınmıştı. Bunu, "Anahtar, Kapı, Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider, Geçitteki Ülke, Darağacı, Ebem Kuşağı, Sabır ve Gece Vaktinde Gündönümü" adlı kitapları izledi ki, bunlar 12 ciltlik "Dünkü Türkiye" serisinin ürünleriydi.  Her biri, bir birini izleyen, Atayurt'tan Anadolu'ya gelişimizi ve bu toprakları vatan tutmak için İstanbul'un fethine kadar olan mücadelemizin destan romanıydı. Türkiye'de yaşanan toplumsal değişimi ve sonuçlarını şiir gibi bir anlatımla yazdı.  "Çağımızın Dede Korkutu" unvanını taşıyan Sepetçioğlu'nun son eseri, Yesevi'yi anlatan "Yesili Hoca Ahmed" adlı romanıydı..

Bugün, tarihi romanlara karşı ilgi artmışsa, tarih dergileri, çizgi romanlar, tarihi gazete yazıları okuyucu da ilgi görüyorsa, bunda Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun payı inkar edilmez.

Bir süre önce, Türkiye'ye karşı oynanan oyunlara ve bu oyunda yerli figüran, teslimiyetçi işbirlikçilere ve Türklüğün aşağılanıp hakarete uğramasına daha fazla dayanamadığını açıklayarak yazılarına son vermişti. Sevgili Mehmet Nuri Yardım'ın yazdığı gibi daktilosunu sarıp sarmalayıp, rafa kaldırmıştı. Ancak dostlarının ve okuyucularının ısrarlı çağrılarına uyarak yeniden Yeniçağ gazetesinde yazmaya başlamış ve sözde "Aydın"ların foyalarını göstermeye başlamıştı.

"- Bizde eski, en eski bir Kızılelma ışığı vardır. Kızılelma ışığını ben görebileceğimiz en son yer; tutunacağımız en uç nokta bilir, bir sonraki durağın ışığıdır diye düşünürüm. O son durağa vardığımızda yandığını, daha ötede bizi çağırdığını gördüğümüz ışık... O bizim Kızılelmamızdır. O ışık, Yaratanımızın özümüzde bizim için yaktığı ışıktır. Biz neredeysek, bir adım ötemizden bizi yine çağıracaktır."

Bu sözler Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun. Bu ışığı izlemek, bizlerin ve bizden sonraki nesillerin de görevi olmalı. Allah rahmet etsin, mekânı cennet olsun.