23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlandı.

Dünyada çocukların kutladığı tek bayramdır. Ne kadar övünsek azdır, ancak önemli olan sadece çocuk bayramı değildir, milli egemenliktir. Başka bir deyişle egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olmasının bayramıdır.

Sadece çocuk bayramı olarak algılanır ve kutlanırsa ki; ne yazık ki çoğu zaman özellikle ve bilerek öyle yapılıyor, yapılmak isteniyor; büyük eksikliktir.

Niçin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı sadece ilkokullarda kutlanıyor, ortaokul ve liselerde, hatta üniversitelerde tören yapılmıyor, bayram yok sayılıyor?

Cevap hazır; çocuk bayramı, gençler niye kutlasın ki!

İlk kez Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasının, ilk kez egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesinin, Türk milletinin bağımsızlık meşalesinin yeniden yakılmasının karşılığı sadece çocuk bayramı mı?

Tabii ki çocuklar da doyasıya bayram kutlasın, en büyük kutlamayı onlar yapsın...

Ancak egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesinin, kul olmaktan vatandaş olmaya giden yolun açılmasının bayramını 7’den 70’e hepimiz kutlamıyorsak, bazı şeyleri yanlış anlamışız demektir.

Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu gerçeğini yanlış anladığımız ve yorumladığımız için bugün bazı kafalar özgür birey ve vatandaş yerine kendilerine kul arıyor!

Herkes kendilerine kul olsun ki, otur deyince otursunlar, kalk deyince kalksınlar, izin verilmeden konuşmasınlar; ne giyeceğinden ne yiyeceğine kadar kendileri karar versinler.

Hatta takke takmak bile yetmez, hangi renk takke takılacağına bile onlar karar verecek.

Başörtüsü bile yetmiyor, başörtüsünün nasıl bağlanacağı, hangi renk olacağı, ne kadar büyüklükte olacağını da onlar söyleyecek…

Kısacası bizim yerimize düşünen, bizim yerimize karar veren, hatta bizim yerimize oy veren onlar olsun istiyorlar.

Kur’an-ı Kerim’in ilk emri oku olmasına rağmen bireylerin okuyup eğitim almasına bile karşı çıkarlar, hatta dini öğrenmelerini bile istemezler.

Şeyhinin dizinin dibinde otur, başka bir şey gerekmez kafasındalar.

Kendi kafalarına göre insanları şeyhin dizinin dibine oturtamadıkları için “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyenlere karşı çıkıyorlar.

Düşünen, araştıran, gerçekleri öğrenen insanlara karşı önyargılılar.

Cehaletten besleniyorlar, cehalet artıkça umutlanıyorlar.

İyice unutturmak için milli bayramlarımızın bile içini boşalttılar.

Bu sebepledir ki Türk milletinin egemenliğine, bağımsızlığına ortak arıyorlar…

Kim olduğu ve neye hizmet ettikleri bilinmeyen mültecileri, daha doğru ifade ile işgalcileri Türk milleti ile aynı kefeye yerleştirmeye gayret ediyorlar.

Tabelalarda bile Türkçe yerine Arapça ve Kürtçeyi öne çıkarmaya çabalıyorlar.

Yabancı dilde tabela asılmasına karşı çıkanlara, mültecilerin izinsiz çalışan işyerini kapatanlara, mültecileri Türk milletinden üstün görmeyenlere ırkçı diyorlar.

Kendileri en büyük ırkçılığı yaparken, Türküm diyeni ırkçılıkla yaftalıyorlar.

Türkün vatanında Türk olanlar suçlanıyor…

Bu neyin kafasıdır…

***

Atatürk’e suikast

İzmir’de hazırlanan o alçakça suikast planının ortaya çıkarılmasından sonra, bir gün bize Atatürk şu olayı anlatmıştı:

Ziya Hurşit’in beni öldürmek için görevlendirdiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunlardan birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:

- Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?

- Evet.

Ben gene sordum:

- Mustafa Kemal, ne yapmış ki onu öldürecektin?

- Fena bir adammış da... Memlekete çok fenalık yapmış! Sonra, bize onu öldürmek için para da vereceklerdi!

- Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?

 - Hayır!

- O hâlde, tanımadığın bir adamı, nasıl öldürecektin?

- Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal, işte budur!” diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.

O zaman cebimden tabancamı çıkararak kendisine uzattım:

- Mustafa Kemal benim! Haydi, al eline tabancayı... Öldür!

Adam, benden bu yanıtı alınca, yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir müddet şaşkın yüzüme baktıktan sonra, dizüstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.

(Arıburnu; Atatürk, Anekdotlar-Anılar, s. 30-31 Yahya Galip Kargı)

***

TEBESSÜM

Türk askerinin zekâsı

 Çanakkale savaşları sırasında, Türk birliklerinden saka eri Mehmet, bozuk ve dumanlı bir havada katırla çeşmeye su almaya gitmiş. Çeşme biraz uzaktaymış. Suları doldurup dönerken sis yüzünden yolunu şaşırıp İngiliz birliklerinin bulunduğu bölgeye dalıvermiş. İngiliz askerleri Mehmet’i yakalamışlar.

Mehmet hiçbir telaş göstermeden, “Beni kumandanınıza götürün” demiş. Götürmüşler.

İngiliz kumandanı karşısına çıkınca; “Bizim kumandanın size selamı var, bugün her ne kadar savaş halinde isek de bu savaş bitince yine dost olur yüz yüze bakarız. Sizin tarafta su bulunmadığı için bu suları size gönderdi” demiş.

İngiliz kumandanı katırın sırtındaki suların boşaltılmasını ve yerine bisküvi, çikolata, konserve yüklenerek geri gönderilmesini emretmiş.

Bu arada Türk tarafındaki arkadaşları saka Mehmet’in sis yüzünden İngilizlere esir düştüğünü düşünerek üzülüp duruyorlarmış. Derken Mehmet çıkagelmiş. Üstelik katır tahmin edilmeyen şeylerle yükletilmiş olarak.

Arkadaşları merakla, “Ne oldu böyle Mehmet, anlat hele şunu” dediklerinde Mehmet şöyle der: “Ne olacak ki, aldatıverdim elin gâvurunu...”

(Alıntıdır)

***

 GÜNÜN SÖZÜ

Kur’an ve İslâm, sadece hocalara bırakılmayacak kadar önemlidir.

Aliya İzzetbegoviç