Gündelikçi olarak ev temizliği işinde çalışan kadınlar, kentsel hizmet sektörünün önemli aktörlerindendir. Ev işçisi kadınlar, düşük eğitim düzeyine ve herhangi bir mesleki niteliğe sahip olmadıkları için düşük statülü ve vasıfsız özelliğe sahip olan ev temizliği işine yönelmektedirler.

Kadınları gündelikçi piyasasına iten nedenlerin başında yoksulluk gelmektedir. Dar gelirli ailelere mensup kadınlar, aile geçimini sağlamak ya da katkı sağlamak amacıyla çoğunlukla enformel yollarla çalışma hayatına giriş yapmaktadırlar. Gündelikçi kadınlar ev temizliği işinde çalışıyor olmalarına rağmen, çalışan yoksullar kategorisinde yer almaktadırlar. (ÇOMÜ, Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi)

Coğrafya kader midir? Doğduğun 40 metrekare evin bulunduğu enlem ve boylam, senin ilk coğrafyan mı olur? Şans diye bir şey var mıdır hayatta?

Her insanın bir hikâyesi var ve her insan, kendi hikâyesini koynuna koyar, görünmeyen bir bebeği kanguruda taşır gibi taşır, her yere kendiyle birlikte.  Herkes kendi hikâyesini büyütür. Kimsenin hikâyenin başladığı yeri, zamanı ve diğer kahramanları seçme şansı yoktur. Leylek nereye bırakırsa hikâye de orada başlar. Bırakıldığın coğrafya kaderin mi olur? Keza, hikâyenin ne zaman, nasıl biteceğini de bilmez kimse. Ama bir bebeği büyütürken kurulan güzel düşler gibi, koynumuzda taşıdığımız hikâyelerimiz için de güzel düşler, mutlu sonla biten düşler kurmaktan alamayız kendimizi.  

Metropol insanı, sabahları, insan seline karışıp akarken, kimseyi görmez. Görür de bakmaz. Hızlı hızlı geçip giderken herkes, kimi koynundaki bebek misali, kimi sırtındaki küfe misali, bilinmediğinden görülemeyen hikâyeleriyle, geçip giderler. Herkes hikâyesiyle yürür sokaklarda. Milyonlarca insanın yaşadığı kentin varoş mahalleleri vardır. Kadınlar, sabahın alacakaranlığında düşerler yollara, akan insan seline, damla olarak eklenir akarlar, hikâyeleriyle birlikte.

Parçalanmış bir aileden, kenar mahalleye uzanan bir hikâye Meryem’inki de. Zorlu yaşam koşullarına karşı direnen güçlü kadınlardan, sabahın alacakaranlığında yollara düşen binlerce emekçi kadından yalnızca biri Meryem. Evlere temizliğe gidiyor, tanıdıkları aracılığıyla yeni evler ekliyor portföyüne Meryem. “Tanımadığım, bilmediğim yere gitmiyorum abla” diyor. En az yirmi dakika yürüyor, minibüsün geçtiği yola çıkmak için. Sonra metrobüs, sonra bir minibüs daha, otobüs belki de, üç vesaitle ulaşıyor gideceği yere. İşini de iyi yapıyor, arada hikâyesini de anlatıyor. Etrafı toparlarken, sağdan soldan topladığı kitaplardan ‘Körlük’ adlı kitabı gösteriyor bana. “Abla ben bunu okudum güzeldi, bir de ‘Görmek’ diye bir kitabını okudum bu yazarın ama bunu daha çok sevdim.” diyor. Kalbimle bakıyorum Meryem’in güzel yüzüne.

Çok olmadı Meryem’i tanıyalı, hikâyesini dinleyeli. Annesiyle babası ayrıldığında, annesi Meryem’e hamileymiş. Doğmuş, annesini hiç tanımadan büyümüş Meryem. Babası şizofreni hastasıymış. “bayramlarda, babamın elini öpmeye hastaneye giderdik” diyor. Belli bir yaşa kadar babaannesi büyütmüş onu, sonra yükü fazla gelmiş olacak ki, yurda vermişler Meryem’i. Kendisi gibi, yuva sıcaklığından, aile şefkatinden mahrum başka çocuklarla birlikte, soğuk, demir ranzalı, odalarda büyümüş. Meryem’in camdan kalbi her kırıldığında biraz daha incelmiş sanki ama her defasında kırık parçaları yeniden yapıştırmaya çalışmış Meryem.

 Evliliği, kurtuluş sanmış, “bir yuvam olur, benim de yüzüm güler, çalışır çabalar hayatımızı düzene sokar, çoluk çocuğa karışır, yaşar gideriz,” diye düşünmüş. Olmamış, evlendiği adamın çalışmakta gönlü yokmuş, hiçbir işte dikiş tutturamıyormuş. Eviyle, çoluk çocuğuyla hiç ilgilenmezmiş. Meryem çalışır, hem evine hem çocuklarına bakarmış. Yedi yıl sonra asalak eşinden kurtarmış kendini. Meryem, iki oğlu ve bir kızıyla yaşıyor. Çocukları okusun istiyormuş ama büyük oğlu okumamış. “Bu çocuğun okumayacağını kesin olarak ne zaman anladım biliyor musun abla? diyor.” Meryem test etmiş oğlunu bir gün. Gizlice çantasından kalem kutusunu çıkarmış. Çocuk bir hafta boyunca okula gitmiş gelmiş de, dememiş ki; “benim kalem kutum acaba nerede?”  Ağaç yaş iken eğilir misali, büyük oğlanı ilköğretimden sonra sanayiye vermiş Meryem, “başlarda çok mızmızlandı ama artık alıştı çalışıyor, hem para kazanıyor hem meslek öğreniyor.” diyor. En çok da liseye giden kızından ümitli “onur belgesi aldı, abla.” diyor. Annesinin mücadelesine tanık bu kız çocuğu, küçük kardeşine; “arkadaşlarından geri kalma, derslerine iyi çalış” dediğinde, 13 yaşındaki kardeşinin ablasına; “ama arkadaşlarımın babaları onların başlarında, bizim babamız yılda bir kere olsun görmüyor bizi” dediğini duymuş, içerlemiş Meryem.

Akşam olunca, gündüzleri, komşu kadınların kapı önlerinde oturduğu sokaktan yürüyerek girermiş, kirada oturduğu evine Meryem. Akşamları, televizyonun karşısında ayaklarını uzatıp dizi mi yoksa ‘survivor’ mı izler acaba Meryem? “Yok abla” diyor, “çalışmaya devam, el işi yapıyorum akşamları, televizyon açmıyoruz biz.” Yemekten sonra, “haydi hepimiz kendi işimizin başına diyorum, çocuklar derslerine, ben de çayımı demleyip nakışlarımın başına oturuyorum” diyor. 36 yaşında dimdik ayakta Meryem. Kendisine sorsanız; “36’da hissetmiyorum kendimi, çok daha yaşlıymışım gibi geliyor.” diyor. “Yıllardır çalışıyorum, sigorta başlangıcım dahi yok, bir şekilde bunu da halletmeliyim” diyor hiç acizlenmeden, karaları bağlamadan. Meryem hayata ve çocuklarına dört elle sarılmış genç bir kadın, fedakâr bir anne. Hayatına dair, çocuklarının geleceğine dair hayalleri, umutları var. Meryem dirençle, emekle göğüslüyor hayatı.

Baharın geldiğini, ağaçların çiçeklenmeye başladığını ancak metrobüste ayakta yolculuk yaparken, gözüne bir anda ilişen, hızla tekrar yiten bazı beyaz, bazı pembe çiçeklenmiş ağaçlardan anlıyor Meryem, seviniyor “bahar geldi yine” diyor, içinden..