Geçtiğimiz cumartesi kendimi bir kütüphanede buldum. Bunu planlamamıştım. Şöyle ki; İki oğlumla birlikte evden çıkmıştık.

Üniversite sınavına hazırlanan oğlumu kütüphaneye bırakıp, evliliğe hazırlanan oğlumla da birtakım alışveriş işlerini halledecektik. Alışverişimizi tamamlayıp, bir kahve molası vermişken telefonum çaldı. Sabit hatlı bir numaradan aranıyordum. Açtım; “Filanca polis karakolundan arıyorum” diyen ses, kütüphaneye bıraktığımız oğlumu sordu. İçimden hızla bir endişe dalgası geçti, şükür korkulacak bir şey yokmuş. Bizim dalgın, cüzdanını düşürmüş. Bir polis memuru bulmuş, sağ olsun ve götürüp karakola bırakmış. Kahvemizi içip karakola yollandık. Cüzdanı aldık, kütüphaneye geldik. Gelmişken de ben kütüphanede biraz kalmak istedim. Nasılsa çantamda defterim kalemim de vardı.

Kütüphanenin üç katını da dolaştım, tıklım tıklım doluydu. Gençler, Orhan Veli’nin “beni bu güzel havalar mahvetti” dizesinin öğüdünü tutmuş, sandalyelerine mık gibi oturmuş, işlerine vermişlerdi kendilerini. Oturacak bir tek boş masa bulamadım ama hiç üzülmedim. Kütüphanenin gençlerle böylesine dolu olması çok hoşuma gitmişti, kendi kendime kıvanç duydum. Koridora çıktım, cam kenarında boş bir koltuk vardı. Pencereden dışarıya baktım. Bahçedeki kiraz ağacı da, pembe çiçekli elbisesiyle pencereden içeriye bakıyordu. Göz göze geldik, bir müddet derin bir aşkla bakıştık. Kiraz ağacı bu güzel bahar gününde kütüphanede çalışmayı tercih etmiş olan gençlerin ruhunu okşamak ister gibiydi. Saf iyilik ve saf sevginin görünen yüzü pencereden içeriye, gençlerin ruhuna sızıyordu. Sanki o çiçekli ağaç o gençler için orada nöbetteydi. Dışarıda hava çok güzeldi. Bahar; topraktan, ağaçtan fışkırıyor, gün ışığı, huzmelerini bahar dallarının arasından gençlerin masalarına ulaştırıyordu. Yavaş yavaş kitap raflarının arasında dolaştım. Bir kitap seçtim raftan, Halil Cibran’ın Aforizmalar’ının derlendiği bir kitaptı. Bu kadar gençle bir aradayken, elime de bir Cibran kitabı geçmişken, Cibran’ın  “Çocuklar” dizelerini yazmak gerekir:

Ve kucağında bebeğini taşıyan bir kadın konuştu: “bize çocuklardan bahset.” Ve o şöyle dedi: “çocuklarınız, sizin çocuklarınız değildir. Onlar, Hayat’ın kendine olan özleminin oğulları ve kızlarıdır. Onlar sizin aracılığınızla oldular, ama sizden değil; ve sizle olsalar da size ait değiller.. Onlara sevginizi verebilirsiniz ancak, düşüncelerinizi değil; çünkü onların kendi düşünceleri olacaktır.. Onların bedenleri için bir yuva sunabilirsiniz; ama ruhları için değil; çünkü onların ruhları, yarının evini mesken tutmuştur, sizin rüyalarınızda bile ziyaret edemeyeceğiniz.. Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz; ama onların sizin gibi olmaları için değil.. Çünkü hayat ne geri sarar, ne de dünden oyalanır.. Sizler, yaşayan oklar olarak çocuklarınızı ileriye fırlatan yaylarsınız.. Yayı kullanan, sonsuzluğun içindeki hedef noktasını görür ve bütün gücüyle sizi gerer ki, okları hızla uzaklara erişebilsin. Okçunun elleri altında sevinçle eğilin, çünkü o, uçan okları olduğu kadar, sarsılmaz yayları da çok sever..”

Şimdilik kütüphane sandalyelerine saplanmış gibi görünse de oklar, fırlamak için bilginin enerjisini biriktiriyor, yayı gerebildikleri kadar germek için uğraş veriyorlardı.

Gençler çalışıyordu, bense hepsini yüreğime koymuş Cibran’ı okuyordum; Ermişler ve peygamberler diyarı bir toprağın çocuğuydu Halil Cibran; üç büyük dinin yeşerip yayıldığı, nice uygarlıkların beşiği olmuş bir toprağın çocuğu. Asi bir mizaca sahip olan Cibran ülkesi Lübnan’ın eski feodal ağalarının yaptığı galiz haksızlıkları yazılarında ortaya döküyor, dinsel bağnazlığı eleştiriyor, ruhban sınıfına karşı çıkıyor ve kadınların özgürlüğünü savunuyordu. Ruhban sınıfını açık yüreklilikle eleştirmesi bakımından 19. Yüzyıl İngiliz şairi William Blake’e benzetilebilir. Nitekim ünlü heykeltıraş Rodin,”20.yüzyılın Blake’i” demiştir kendisi için. Cibran Hristiyan olmasına rağmen insanlığı büyük bir aile olarak görmüş ve dinlerin evrensel özünü öne çıkarmıştır. Doğu ile Batı felsefelerinin sağlam bir sentezini yapmaya çalışmıştır. Cibran dini kişiyi özgürleştiren ve ruhunu yücelten bir sistem olarak algılar ve dinsel hakikatin vicdan ve sezgiye dayanması gerektiğini savunur. Kendine yeterlik, kendini bularak ruhsal olgunluğa erişme düşüncesine dayanarak hem ruhban sınıfın sultasına dayalı kilise Hristiyanlığına hem de devlet tarafından topluma dayatılan bütün öğretim sistemlerine karşı çıkmıştır. İnsanın kendisini bulması, kendi dünya görüşünü oluşturabilmesi için, kendine dayatılan bütün eğitim sistemlerinden, kalıplaşmış bütün geleneklerden kurtulması gerekir. Ancak o zaman insan kendine ve içindeki inanca ulaşabilir.

Kutsal kitapların dilini andıran bir dille, keskin ironik ve sembolik tonlar taşıyan romantik bir havada evrensel temaları işlemesi Cibran’ın geniş bir okur kitlesinin ilgisini üzerine çekmesine yetti. Halil Cibran  60’lı ve 70’li yıllarda Batı Avrupa ve ABD gençliği arasında en çok okunan ve tartışılan yazarlardan biri oldu. En ünlü kitabı “Ermiş” 1923’ten bu yana ABD’nin en çok satan kitaplar listesinden düşmedi. Öyle ki Cibran, Shakespeare ve Lao Tze ile birlikte 20. Yüzyılın en çok okunan üçüncü ozanı olmuştur. Dahası Elvis Presley’in de sıkı bir Cibran hayranı olduğu ve Ermiş’in bir sürü nüshasını dağıttığı bilinmektedir. Keza “Ermiş” devrimci 68 kuşağının özgürlük rüzgârlarının beslendiği kaynaklardan biri olmuştur. Halil Cibran için Claude Bragdon şöyle der: “Onun gücü, ruhsal hayatın o büyük kaynağından; dilinin görkemi ve güzelliği, ona kendi ruhunu giydirmiş olmasından gelir. Yoksa nasıl bu kadar evrensel ve etkili olabilirdi ki!”

“Tanrı beni bir çakıl taşı olarak bu kusursuz ve gizemli göle fırlattığı zaman, yüzeyinde sayısız halkalar meydana getirerek sükûnetini bozdum. Ama derinliklerine ulaştığımda, ben de o göl gibi sakinleştim.”

Onlar uyanık halde bana derler ki, “sen ve içinde yaşadığın âlem, sonsuz bir denizin sonsuz sahilinde yalnızca bir kum tanesisiniz.” düşümde onlara şöyle derim, “sonu olmayan o denizin ta kendisiyim ve bütün âlemler benim sahilimde kum taneleridir.”

“Dün hayat dairesinde, kararsızca dalgalanan bir zerreymişim gibi gelirdi bana. Oysa bugün, çok iyi biliyorum ki o dairenin kendisiyim. Ve düzenli zerreleriyle hayat, bütünüyle bende devinmektedir.”