Doğrusu ben düşünemedim. Bir hocanın internette dolaşan vaazını dinleyince hak verdim.

Hoca, yardım olarak nakit vermek yerine kumanya dağıtılmasına kızıyor:

“Her gün makarna yiyecek değil ya, sizin verdiğiniz taşlı pirinçleri tüketmek zorunda değil, belki gidip lokantada yemek yiyecek. İnsanların yemek dışında da ihtiyaçları var.”

Çok doğru bir tespit.

Yardım ediyormuş havasına girebilmek, kimileri de gerçekten iyi niyetle yardım olarak kumanya dağıtıyor.

Dar gelirli bir aile, herkes kumanya götürmüş ama kızına ayakkabı almak istiyor… Makarna ile mi ayakkabı alsın!

Özellikle bazı vakıflar ve dernekler, kumanya ile yardım yapmayı alışkanlık haline getirmiş.

Bazı işyerleri de Ramazan ayında kendi personeline kumanya dağıtıyor. Hadi nakit vermiyorsunuz, en azından yemek kartı verseniz de bari yiyeceği yemeği kendisi seçse…

Niçin nakdi yardım yapılmaz da illa kumanya dağıtılıyor?

Bazılarının savunması hazır, “Nakdi yardım olursa parayı başka yerlere harcar?”

Yardımları nereye harcayacağına da biz mi karar vereceğiz?

İsteyen istediği gibi harcasın, ister yemek yesin, ister kıyafet alsın.

Dikta ve baskıcı zihniyet kafamıza yer ettiği için başka türlü düşünemiyoruz bile…

Yardım yapıyoruz ya, illa bizim istediğimizi alacak, bizim istediğimizi yiyecek…

Her şeye burnumuzu soktuğumuz gibi yapılan yardımları nereye kullanacağına da biz karar vermek istiyoruz…

Bir de ekonomik boyutu var…

Yardım yapılırken, kumanyalar büyük çoğunlukla belirlenen yerlerden alınıyor. Herkes kendi yandaşı marketten veya işyerinden kumanya temin ediyor.

Bir yandan yardım edelim derken, diğer yandan kendi yandaşlarına da para kazandırılıyor.

Üç yönlü bir kazanç sistemi geliştirildi. Nakit para verilirse yandaşlar kazanamayacak, dernek ve vakfın reklamı yapılamayacak. Öyle ya, nakit paranın üstüne vakıf veya dernek adını yazmanın imkânı yok ki!

Reklamı nasıl yapacaklar?

Kumanya ile hem ticaret, hem reklam, hem de akıllarınca yardım yapılıyor…

Birçok insan bu tür ince hesaplardan habersiz daha güzel olur diye kumanya yardımı yapıyor olabilir.

Kumanya ile reklam yapmaktansa “sağ elin verdiğini sol el görmesin” zihniyetiyle imkân ölçüsünde nakit yardım yapmak en güzelidir…

Herkes kendi ihtiyacına göre harcasın, makarnaya mahkûm etmeyelim.

***

 Baba ne demek?

 Biraz safça bir adamdı Cahit bey... Biraz köylü şivesine yatkın dili, biraz da kekemeliğinden dolayı pek kendini ifade edemezdi. Eşi öldüğünden beri iki oğluna tek başına bakıyordu. Hem anne, hem baba olmuştu onlara. Simitçilik yaparak eline geçen üç beş kuruşla, evlatları için didinip duruyordu. Akşam eve geldiğinde ise pek geçimsiz olan ve sürekli kavga eden küçük oğulları yine kavga etmesin diye üç eşit parçaya bölerdi tepsisinde kalan simitleri. Çoğu zaman yemekleri, satamadığı simitleri olurdu...

Yine bir akşam eve tepsisinde kalan simitlerle geldiğinde ne de mutlu olmuşlardı çocuklar. Cahit bey iki poşete koyduğu soğuk simitleri oğullarına verirken, “Aaa alın bakalım. Bir sana, bir... bir… Bir de sana... Bu poşetteki de benim” dediğinde, Hasan’ın aklına bir şüphe düşmüştü.

Babası hiçbir zaman göstermezdi kendine ne kadar simit ayırdığını. Ve hiç yanlarında yemezdi. Bu da iyice şüphelenmesine sebep olmuştu.

“Babam kendine bizden daha fazla simit ayırıyor olmalı. Üstelik bize göstermemek için de yanımızda bir defa bile yediğini görmedim” diye geçirdi aklından.

Ertesi gün ise okuldan gelince, öğretmeninin verdiği bir ödev için yardım istemişti babasından. Öğretmeni tüm öğrencilerine ayrı ayrı sorular vermişti o gün. Ve öğrencilerden cevaplandırmalarını istemişti. Hasan’ın ödev sorusu ise “Baba ne demek?”

Hasan akşam babasının yanına gidip hu soruyu sorduğunda, yorgun argın eve gelmiş ve sokaklarda fazlasıyla üşümüş adam, kekeleyerek, “O... Oo.. Oğlum ne bi... bii... bileyim... Ben se... senin ba... ba… babanım işte demişti.”

Hasan daha fazla üstelemedi ve yerine uzandı o akşam. Gece su içmek için uyandığında ise babasının kendine ayırdığı simit poşetine bakmak istemişti merakla. Poşeti açtığında, gördüğüyle babasına karşı düşündüklerinden o kadar utanmıştı ki... Sadece çeyrek bir simit vardı poşette. O an tıkırtıya uyanan babasına, “Neden bütün simitleri çocuklarına verip, kendine çeyrek simit ayırdın?” dediğinde ise aldığı cevapla yüreği titremişti küçük çocuğun. Ve o gece babasına sarılıp ağlayarak uyudu.

Ertesi gün öğretmeni, Hasan’ın defterinde, “Baba ne demek?” sorusuna verilen cevabı gördüğünde gözyaşlarına mani olamamıştı.

Cevapta ise “Eve getirdiği birkaç simidi iki çocuğuna verip, kendine sadece çeyrek simit ayıran, çocukları doyunca doyduğunu söyleyen adama baba denir” yazıyordu.

(Suat Özge’den alıntıdır)

 ***

TEBESSÜM

 Kıymet

Temel, Ağustos sıcağında Ramazan günü Sultanahmet meydanında sabırsızlıkla biran önce iftar vaktinin gelmesini beklemektedir. Güneş tepede, Temel’in dilini damağını kurutmaktadır.

Bir turist kafilesi gelir, içlerinden birkaçı oradaki satıcılardan irice bir karpuz alır ve Temel’in gözü önünde sapır şupur yemeye başlarlar.

Bir süre sonra Temel yerinden kalkar, usulca turistlerin yanına yaklaşır ve kulaklarına eğilerek fısıldar:

- Dininizin kıymetini bilin!

 ***

GÜNÜN SÖZÜ

Senin sessizliğini anlamayan muhtemelen sözlerini de anlamaz.

Franz Kafka