Gözlerimizi dikip gökyüzüne yağmur bekliyoruz. Hiç konuşmadan, sessizce; sanki kuracağımız en küçük cümlede, ağzımızdan çıkacak en küçük seste tek damla düşmeyecekmiş duygusuyla bekliyoruz. Gittikçe kırılıyor umutlarımız.

Aylardır tek damla yağmur düşmedi. Ülkenin hemen hemen her bölgesinde buğdaylar kuru toprağa serpildi. Birkaç gün daha yağmur olmazsa önümüzdeki yıl bizi büyük bir kıtlık bekliyor. Bekledikçe hem toprak kuruyor hem de içimiz.

Birkaç gün önce bir haber vardı; Türkiye’nin en büyük ırmağı Kızıl Irmak’ı besleyen ana kollardan birinin kuruduğuyla ilgili. Yeşil Irmak’ın sularının da iyice azaldığını öğrendim bu gün. Edirne şehrine su sağlayan barajın kuruduğu haberi yapıldı. Buralarda konuştuğum insanlar hiç böyle kuraklık görmemiştik diyorlar.

Zeytinlerin susuzluktan tanesindeki suyu tekrar gövdesine çektiğini bu sene öğrendim. Çabucak karardılar;  hemen arkasından da bazı ağaçların zeytini buruştu. Bu durum susuzlukla ilgiliymiş; ağaç tanesine verdiği suyu ölmemek için tekrar gövdesine çekermiş. Ne diyelim; yaşam hiç mezun olamadığımız bir okul ve bakmasını, görmesini, dokunmasını, hissetmesini bilene ölene kadar öğretmeye devam ediyor.

Yaşamın içinde yer alan o muhteşem uyuma, o akışa, ölüme direnme çabasına saydı duymamak mümkün mü?

Şehirde yaşayanlar pek farkında değildir sanırım karşılaştığımız bu büyük sorunun. Kuraklıkla ilgili haberler kaybolup giderler gürültünün arasında. Belki biraz susuz kalmaktan korkarlar. Kısa sürede unuturlar bu konuda kulaklarına gelen sesleri. Sonra zeytinin ve zeytinyağının pahalanmasından, gıdalardaki fiyat artışından şikayet ederler.

İnsanların ilk bilmesi gereken üzerinde yaşamımızı sürdürdüğümüz dünyadaki her şeyin, canlı ve ya cansız varlığın birbirleriyle kopmaz bağlarla bağlı olduğudur. İçinde var olduğumuz döngüden bizleri ölüm bile ayıramaz. Seçmemiz gereken de yaşamsal akışımızın nasıl olacağıdır. Doğamıza sahip çıkarak ona uyum sağlamak ya da hoyratça seçimlerle doğaya karşı yaşamı tüketmek gibi iki seçenekten birini seçmeliyiz.

Kuruyan derelere, susuzluktan kavrulan ağaçlara bakarak bekliyoruz yağmuru. Barajlarımız boş. Ya yağmazsa? Ya bu kuraklık devam ederse? Yoksa tarih kitaplarında okuduğumuz; filmlerde izlediğimiz kıtlık dönemlerinden birine mi rastladı ömrümüz? John Steinbeck, Gazap Üzümleri adlı romanında açlıktan ölmek üzere olan adamı bebeği ölü doğmuş kadının emzirerek kurtarmaya çalışmasını anlatır. İnsanın içini ürperten; insandaki yüceliği ve çaresizliği aynı anda hissettiren bir anlatıdır. Sanırım bu bölümü okuyup da aynı kalmış bir kişi dahi yoktur.

Büyük buhran yıllarını anlatan bir romandır Gazap Üzümleri. Kıtlığı, açlığı ve çaresizliği anlatır. Dünya tarihinde genelde büyük buhranlar, büyük kitlesel ekonomik krizler hep savaşlarla sonlanmıştır.

Yağmur bekliyoruz. Büyük bir çaresizliğin kenarında birbirimize bakmadan oturuyoruz. Konuşmuyoruz. Yiyeceğini market raflarından alanlar farkında değiller tehlikenin. Örneğin arıların öldüğünü bilmiyorlar. Bu sene onlarca kovan söndü. Kuraklık nedeniyle çiçek olmadı ve arılar aç kaldı. Arılar olmazsa döllenme olmaz. Yağmur olsa da olmaz. Arılar olmazsa yiyeceğimiz olmaz.

Ekonomik bir krizin içinde çabalayıp, covid denen salgın bir hastalıkla  uğraşırken farkında bile olmadan sene sonuna geldik. Kötü bir yıl oldu. Hastalık, deprem, kuraklık; bir türlü gülmedi yüzümüz. 21 Aralıkta gün dönümü olacak ama havalar yaz gibi. Galiba herkesin dileği bir an önce 2020 yılından kurtulmak.

Yağmur diliyoruz. Ellerimizi, gönlümüzü çevirip gökyüzüne öylece bekliyoruz; büyük bir çaresizliğin kenarında.