Fıkra anlatmak bir yetenek işi. Aynı fıkrayı birçok kişi bilmesine rağmen, onları tadı, tuzu yerinde anlatanlar aranır. Şehir çevrelerinde; ayıp kelimelerin yerine başka kelimeler konulmuş, bu dahi fıkra içerisinde fıkra doğmasına sebep olmuş. Ancak, anlatanla dinleyicinin teklifsiz olduğu meclislerde, köy çevrelerinde bu yapmacık utançlar bir yana bırakılmış, kelimelerin ve deyimlerin hakkı verilmiş.

Bu yüzden, fıkralar çoğunlukla erkeklerin anlatı dağarcığında yer aldığı sanılmış. Günümüzde bu tür fıkralarda hanımların erkekleri geçtiği ve geniş bir repertuara sahip oldukları da göz ardı edilmemeli. Fıkra anlatma kadar, fıkra dinlemenin de usulü ve adabı var. Kitaplara geçmiş olmasına karşı, sözlü gelenekte yaşayan, gelişmesini sürdüren, üreyen ve anlatım yolu ile yayılan en önemli fıkra tipi kuşkusuz Nasreddin Hoca. 16. yüzyıldan kalmış belgelerde Nasreddin Hoca fıkralarının sayısı 43 iken, bugün 600’e ulaşmış.

Nasreddin Hoca fıkraları toplumun ortak malı. Hoca sevilen bir tip olduğu için halk; hoşuna giden her nükteyi ona yakıştırmış veya mal etmiş. Çoğu fıkralar zamana uydurulmuş. Böylece Hoca’nın özel hayatıyla ilgili olanlardan çok, toplum hayatının Hoca’nın şahsında fıkralaşması ağırlık kazanmış. O yalnız ezeni değil, ezileni de yermiş. Böylece ezilene, kendi taşıdığı sorumluluğu göstermiş, zor koşullarda bile toplumun kendi varlığını sürdürecek güce sahip olduğu bilincini oluşturmak istemiş. Gerçek kimliği ne olursa olsun, Nasreddin Hoca, Türk halkının yarattığı bir gülmece zirvesi. Bu zirve her dönemin en şen ruhu ve her ruhun en en canlı yüzü. Onun bu milli tipi, tarihçilerin bulup çıkaracakları gerçek kişiliğinden daha canlı ve orijinal. Türk halkı; Nasreddin Hoca fıkraları içerisinde, kendi felsefesini, mizah ve sanatla tatlandırmış böylece ebedileştirmiş. Güler yüzlü adamlar, Hoca’nın tüyünden bir tüy, tatlı dilli adamlar da onun tüyünden iki tüy taşırlarmış. Buna benzer örneklerden bir manzume Eflatun Cem Güney tarafından yayınlanmıştı. Nasreddin Hoca fıkralarında, mizahın ötesinde, tanımı, oldukça zor, batılıların hömor dedikleri bir unsur var. Yersiz, anlamsız bir fikrin, sağlam bir fikrin yanına getirildiği, iki fikrin bir arada belirtilmesi hiç de mantıklı gelmezken, sürpriz hissini yaratan bir söz patlamaktadır ki, bizi güldüren bu beklenmedik söz. İşte iki örnek: Karısının “Öteki dünyada ne var ne yok?” sorusuna Hoca’nın cevabı: “Hiçbir şey.. Eğer fincancı katırlarını ürkütmezsen.” Bu fıkrayı günümüze uyarlayabiliriz:

Nasreddin Hoca medresede talebe öğrenciyken, bıçak taşımak yasak olduğu halde, belinde koca bir yatağanla huzuruna çıkarılır. Müdürün, “Bıçak taşımanın yasak olduğunu bilmiyor musun?” sorusuna, “Ben onunla defterimdeki hataları kazıyorum” der. “Be adam, defterindeki hataları o koca yatağanla mı kazıyorsun?” Nasreddin, “Evet” der. “Bazen öyle hatalar yapılıyor ki, bu bile küçük geliyor.” Halkımız yakın zamana kadar, mizahın kültürünü Nasreddin Hoca’nın şahsında yaşatmış ve geleneğini korumuş. Bugün asık suratlı, çatık çehreli insanlar olduysak, ailemizle dahi yediğimiz yemek boyunca konuşacak birkaç cümle bulamıyorsak, dolmuşta, otobüste, vapurda, trende sabah akşam yolculuk ettiğiniz vatandaşlardan şen şakrak konuşan, konuşmasını nüktelerle fıkralarla süsleyen birileri çıkmıyorsa, nüktedan diye bileceğiniz bir konuşmacıya, politikacıya rastlamıyorsak, sebebini, birçok geleneklerimiz gibi fıkra geleneğinden de uzaklaşmamızda aramalıyız.

Haydi, bir fıkra ile bitirelim:

Adamın birinin ineği hastalanmış adam dua etmiş ’Allah’ım eğer ineğim iyileşirse on beş gün oruç tutacağım’ demiş. İnek iyileşmiş. Adam verdiği sözü tutup on beş gün orucunu tutmuş ama on altıncı gün inek ölüvermiş. Adam ellerini açmış: “Allah’ım bu garip kulunu kandırdığını sanma sakın. Ben de ineği kurbana sayarım, orucu da ramazandan düşerim” demiş.