Bazen kendimi bir otobüsün içinde görüyorum. Başımı cama yaslamış akıp giden görüntüleri seyrederken buluyorum kendimi. Ağaçlar, tarlalar, evler ne gördüysem hüzün veriyor. Kendimi sorguluyorum; diyorum ki kendi kendime ''yoksa bu hüzün benim istediğim bir duygu mu?'' Açıkçası bunu istemekten korkuyorum. Ama istemediğimi de biliyorum.

Akıp gidiyor yanımda uçsuz bucaksız bir dünya. Uzaktan evler görüyorum. Köyler. İnsanlar. Nedensiz ne görürsem göreyim artıyor içimdeki hüzün denen o duygu. Sanki çıkardığım her öykü hüzünlü bitiyor. Sanki herkesin durmadan kanayan bir yarası var. Acılı ve hüzünlü öyküleri var insanların. Hep ayrılıkla biten. Kurtulamıyorum bu duygudan. Anlamlar çıkarıyorum durmadan; dağlardan, taşlardan. Gördüğüm ne varsa öyküler uyduruyorum kafamdan.

Ben bunları o şehirler arası otobüse hiç binmeden görüyorum. Kafam otobüsün camına dayanmış, belli belirsiz bir müzik sesi geliyor kulağıma. Nereden bilmiyorum. Aldırmıyorum da. 

En çok güneş batmaya başladığında hissediyordum bu duyguyu. Bu görüntüler o zaman geliyordu aklıma. Ama bir yerden mi ayrılıyorum, başka bir yere mi gidiyorum yaşamak için ya da yaşadığım yere geri mi dönüyorum bilmiyorum. Akıp giden bir ırmağa bırakmak gibi. Akıp gidiyorum alnım bir otobüsün camına dayalı. Güneş batıyor; zamana, yollara, insanlara aldırmadan. Sokaklar başka anlamlara bürünüyor, babaların eve gelmesi bekleniyor. Sanki benim hiç evim yok, sanki hiç olmadı. En görünmez elemanıyım matematiğin ve bilcümle diğer derslerin. Hayatı bir köşe başından seyrediyorum. Kimseler görmüyor beni. Sokakta son kapı kapanınca usulca siliniyorum oradan.

Yeniden akıp gitmeye başlıyor gözlerimden dünya. Anlamazsınız biliyorum, üstelik anlamak zorunda da değilsiniz biliyorum ama yine de size içimdeki yangından, içimdeki denizden, gözlerimden akıp giden ne varsa ondan söz ediyorum. 

Başımı yaslayıp cama seyretmeye devam ediyorum geçtiğim yerleri. Kızının elinden tutmuş yürüyen anneler görüyorum. Her anne için kızı kendinin tekrarıdır. Biliyorum ama anlamak ağır geliyor. Bu yüzden işte gözlerimi kapıyorum. Bu karanlık iyi diyorum. Bir süre karanlığa sığınıyorum. Ey karanlık beni en çok sen anlarsın diyorum;  hiç konuşmadan ve en sessiz halinle.

Çoğu anlarda ben göründüğüm yerde olmuyorum. Bazen yağmur sularına kapılıp giden bir saman çöpünde oluyorum. Bazen kırılan bir dalda. Bir yangında çocuklarının adını bağıran bir annenin sesinde. Onun eline tutuşturulan bir bardak suda. Ömrümüz yangın yeri. Geriye hiçbir şey kalmayan bir yangın yeri. Ateş aynı ateş sadece yangının adı değişiyor.

Durmadan gerçeği anımsatan, beni hayatın içine çeken bir şeyler oluyor. Bunca gerçekle nasıl baş eder insan diye düşünüyorum. Ve yeniden yaslıyorum başımı o cama. Anlıyorum ki geçmişte yaptığım her yolculuğu yeniden yaşıyorum o camın önünde. Hani 41 yıl önce yaptığım ilk otobüs yolculuğum gibi. Sahi ben denizi ilk ne zaman görmüştüm? Kimin yanında uyuyarak geçmiştim onca yolu?

Bir rüyaydı bu güne kadar yaşadığım her şey. Hep sığınacak bir limanım vardı. Hep çocuktum. Hep öyle kalacaktım. Hep bir başına bir şehri terk eden kişiydim ben. Kalabalık otobüs garajlarında olurdum. Ve hep tek başıma binerdim otobüslere. 

Galiba benim ayrılığım böyle olacak. Tek başıma. Bir otobüse binerek. Uzun bir yolculuğa çıkar gibi. Otobüs hareket edecek pencereden bana bakan kendimle göz göze geleceğim. Hep tek uğurlayanı ben olacağım kendimin. Benden ayrılıp kendime doğru yürüdüğüm yolculukta.
Sanki uzun bir yolculuktu tüm yaşadıklarım. Bin yıldan biraz fazla süren bir yolculuk. Gözlerim kapanınca da akıp giden bir yolculuk. 
Bakmayın bana anlayacağınızı sanmam.