Yeniçeri olabilmek için bıyığında tarak duracak kadar büyümüş olmak gerekirmiş. Bağdat seferine katılabilmek için, dudaklarının üzerine tarağını saplayan Genç Osman’ın öyküsünü hatırlıyorsunuz. O türkü kulaklarınızda çınlıyor ve Bağdat’ın Kapısını açan Genç Osman’ı gözlerinizin önüne getiriyorsunuz. Genç Osman ki, mezarı oradadır şimdi.

Genç Osman şiirine konu olan Osman, 17. yüzyılda Aksaray'da doğdu. Padişah IV. Murad'ın Bağdat Seferine çıktığı sırada Aksaray'a uğramıştı. Orduya katılmak isteyen Genç Osman, yaşının küçük olması nedeniyle orduya alınmamıştı. Gizlice Osmanlı ordusuna katıldı. Genç Osman, Bağdat'ın fethi sırasında sur burçlarına Osmanlı sancağını dikmiş ve sefer sırasında 17 yaşında şehit olmuştu.

1621 yılında Aksaray'ın Dorikini (Genç Osman) Köyü'nde doğan yağız delikanlı Genç Osman, güreş, okçuluk ve kılıç kullanmada yetenekliydi. Rivayettir bu gerçekliği araştırılmaz: IV. Murad Han'ın şöyle dediği anlatılır:

“Keşke Bağdat'ı fethetmeseydim de Genç Osman'ım ölmeseydi.”

Bağdat seferi sırasında gösterdiği bu kahramanlığı, yeniçeri ozanlarından Kayıkçı Kul Mustafa destanlaştırmıştı. Genç Osman destanı günümüzde de mehter marşı olarak milli günlerimizde söyleniyor:

“Genç Osman dediğin bir küçük uşak

beline bağlamış ibrişim kuşak

Askerin içinde birinci uşak

Allah Allah deyip geçer Genç Osman

Genç Osman dediğin bir küçük aslan

Bağdat’ın içine girilmez yastan

Her ana doğurmaz böyle bir aslan

Allah Allah deyip geçer Genç Osman

Bağdat’ın kapısın Genç Osman açtı

Düşmanın cümlesi önünden kaçtı

Kelle koltuğunda üç gün savaştı

Allah Allah deyip geçer Genç Osman…”

Bağdat, düne kadar bizim Bağdat’tı. İstanbul’un en ünlü caddesi Bağdat Caddesi adını taşıyor. Çinilerle süslü en güzel köşke Bağdat Köşkü adı verilmiş. Ah! Bağdat… Ah ! Musul… Ah! Kerkük…

Behçet Necatigil’in bir şiiri “Bağdat”ı anlatıyor:

“Yok coğrafyalarda bu Bağdat

Bin geceden bir kent

Bunca acıyı nereye sakladılar

Anlatmaz, çekerler kendilerini

Dalgın susarlar.

Bir gezide uğranılan yerlerden

Çok kısa bir selam atılan kart

Yalnızlık yaslanmak geçmişe

Bir eşin, bir çocuğun olduğu

Zamanları yaşadılar.”

Bin bir Gece masallarının şehri Bağdat o kadar bizimdi ki, “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar bulunmaz” demişti atalarımız, canımız analarımızın yüceliğini anlatmak için. “Sora sora Bağdat bulunur” diyerek azmin elinden, araştırmanın önünden hiçbir şeyin kurtulamayacağını, anlatmak istemişler, öğrenmeyi teşvik etmişler, sormanın ayıp olmadığını vurgulamışlardı. Şarkılar vardır gönül telimizi titretirler, yüreğimizin aynası olurlar. “Aşığa Bağdat sorulmaz” diye bir şarkı duyduğumuzda gönül telimiz titremekle kalmayacak alev alev bir “Ah!” nidası yükselecek.

Gitmesek de, birçok film ve belgesellerden izlediğimiz kadarıyla Bağdat denilince, gözlerimizin önüne muhteşem saraylar, lüks zengin evleri, camiler, hamamlar, insanı hayal dünyasına götüren bahçeleri gelmekteydi. Bir yeryüzü cenneti olarak düşünülmekteydi.

Ne yazık ki, Osmanlı’nın elindeki Bağdat, 1 Dünya savaşı sırasında 11 Mart 1917 İngilizler tarafından işgal edilmişti. Ondan sonra Bağdat’ta bir Cuma namazı kılmak, hayalleri süsler oldu.