Dünkü yazımda Dertli’nin dingin bir hayat sürdürmek yerine gezginliği tercih ettiğini belirtip onu İstanbul’a semai kahvehanelerine getirmiştim. Bugün kaldığım yerden devam edeyim: 

Dertli’nin İstanbul’da ünlenip sevilmesi eskilerin rahatını kaçırınca, bunlar çözülmesi çok zor bir muammâyı yani şiir biçiminde bulmacayı semaî kahvesinin duvarına asıp, bunu Dertli’nin çözmesini istediler. Çözerse, kendisine duyulan güven pekişecek; çözemezse, yaşı elliyi aşmış olan bu âşığın yeteneksiz ve yetersiz olduğu anlaşılacak, o da pılı pırtısını toplayıp İstanbul’u terk edecekti.

Dertli, kendisine kurulan tuzağın farkındaydı; yarışma heyecanı ve içki bağımlılığı nedeniyle titreyen elleriyle “âşıklar kethüdâsı”nın uzattığı sazı aldı, tellerine dokundu. Gerçekten zor ve dolambaçlı olan muammâyı bir kaç dizede çözdü ve arka arkaya  coşturucu, yanık besteler okuyup çaldı. Âşıklar kâhyası, Dertli’yi kaldırıp baş köşeye oturttu; muammâ için ortaya konan ödülü önüne bıraktı. Dertli ödülü almadı; kahvede bulunan âşıklara pay edilmesini istedi.

Bolu’da görevliyken Dertli’yi tanıyan ve İstanbul’da korumasına alan Hüsrev Paşa, bu olayı duyunca, Dertli’yi ödüllendirmek için II. Mahmud’a tanıştırdı. Sonuçta, Dertli’ye resmî bir görev verilmesi için, Bolu Valiliğine ferman çıkarılarak, Çağa bölgesinin âyânlığına, yâni kaymakamlığına getirildi.

Bu görev, Dertli’nin geçim sıkıntılarından kurtulmasını sağladı; ancak bir süre sonra halktan topladığı vergilerden bir kısmını iç ettiği yolunda söylentiler çıkınca,  Bolu defterdarı Hüsnü Efendi, Dertli’den iç ettiği geçirdiği paraları geri vermesini istedi.  Dertli, Bo­lu vâlisine yolladığı bir yazıda, “Ben halktan, âyân hizmeti ve sıfatı ile henüz hiç bir para almadığım, vergi tahsil etmediğim, şimdilik sadece sizlere hizmet ettiğim hâlde, sizler benden para is­tiyorsunuz. Sizlere göre vâlilerin âdeti bi­zim gibilerden zorla para istemek, veremezsek suçlu çıkarmak mıdır?” diyerek bir yandan suçsuzluğunu belirtirken, bir yandan da, “Tahsilden evvel boş yere hiç resm (vergi) alınır mı / Sizlerde beğim böyle midir âdet-i vâli” diye iğneli şiirler yazıyordu.

Ama sonuç değişmedi; Dertli görevden alındı; kendisine ödeyemeyeceği bir borç çıkarıldı. Bu olay üzerine eski yaşamına döndü; yerinden yurdundan bir kez daha koptu, çevre illerde başıboş dolaşmaya başladı. 1834’te, Muharrem ayında yolu Bilecik’in Gölpazarı ilçe­sine düştüğü sırada büyük bir bunalım geçirdi. Keskin bıçağıyla boğazını kesti; yakınındakiler bıçağı yeniden kullan­masına fırsat vermeden elinden aldılar; çok zor da olsa yeniden hayata döndü.

Dertli, Alevilik inancının etkisi altındaydı. Birçok ağıtlar yazmıştı. Bu ağıtların birinde şöyle söylüyordu:

Kendimi âdem sanırdım hayvan-ı nâtık benim

Hayra dâir bir amel yok fâcir ü fâsık benim

Her ne denlü cevrederse mihnete lâyık benim

Lâkin ikrârında sâbit ahdine sadık benim

      Gerden-i mecrûhumu kestim kızıl kan eyledim

      Kendimi aşkın yolunda şöyle kurbân eyledim

Bu ağıtta, boğazını niçin kestiği sorusuna yanıt bulunmaktadır.

İntihar girişiminin ses tellerinde verdiği zarardan dolayı, Dertli’nin pek güzel olan sesi çirkinleşti, se­vimsiz bir hırıltı hâline geldi. Ömrünün son yıllarını Bolu ve Ankara’nın ilçelerinde aşiret beyi Alişan Bey’in koruması altında geçirdi; ama iyiden iyiye de düşkünleşti. Her yerde kendisinden yüz çevirenlerle karşılaşıyor, aşağılanıyordu. Kendisine içkiyi bırakmasını söyleyen Bolulu din bilgini ve Halvetî tarikatı şeyhi Hacı Mustafa Efendi’ye, içini çekerek, “Beni ancak Allah ıslah eder!” dedi; artık kendinden umut kesmişti. 

1845’te bir gün, sarhoş bir durumda Alişan Bey’in konağına gidip beyi görmek ve ölmek üzere olduğu için onunla helâlleşmek istediğini söyledi. Alişan Bey, sarhoşluğuna vererek onu avutmak istedi; ama Dertli, Alişan Bey’i alnından ve saçlarından öperek vedâlaştı; sonra dışarıdaki hasırın üzerine yattı, sessizce öldü.

Alişan Bey, Dertli’nin cenazesini Samanpazarı’ndaki Koyunpazarı Camisi’nin yakınına gömdürttü. Ankaralı ve Bolulu hemşerileri, yüz yıl kadar sonra, 1950’de onu   Yeniçağa’da yaptırdıkları anıt-mezara getirip yeniden top­rağa verdiler. Bu anıt-mezar, Ankara’dan İstanbul’a gelirken, Yeniçağa’ya girmeden hemen önce, yolun sağ tarafındadır.