Size bu yazıyı yeşil sularına yağmur damlaları düşen bir gölün kenarından yazıyorum. Ne zamandır aklımdaydı zeytin ağaçları hakkında yazmak. Bugün yağmur yağarken, kimselerin olmadığı uzak bir tepenin üzerinde zeytin ağaçları arasında gördüğüm bir göz odadan oluşan ev yazdırıyor bunları.

Dediler ki tek başına biri yaşıyormuş o dört duvarın arasında. Sadece o. Elektrik yok. Su yok. Kimse yok. 

İnsan bakıp kalıyor öylece. Hani Avrupa müzelerinde çok görürsünüz; birileri bir tablonun karşısına oturup saatlerce seyrederler. Bende öylece kalakaldım o kulübenin karşısında. Kapısına baktım. Kapısındaki paslı zincire. Kenarda biriktirilmiş odun ve dal parçalarına. Uzak bir yerden getirilmiş su dolu pet şişelere. Anlamlar çıkarmaya, öyküler kurmaya başladım kendimce. Bu kulübenin olduğu yerden yaklaşık beş kilometre ötede terk edilmiş bir köyde tek başına yaşayan Kadir Amca geldi aklıma. Yıkılmış, çatıları çökmüş, duvarları zar zor ayakta duran evlere bakarak nasıl ayakta kalabilir insan? Kadir Amcayı anlatmayacağım bu gün size. Belki önümüzdeki günlerde onun öyküsünden de söz ederiz.

* * *

İnsan ne kadar yalnızlaşa bilir sizce? İnsan ne kadar küsebilir insanlara? Yaşar Kemal'in bir romanında köye küsen bir adam vardı. Gunter Grass da Alman toplumuna küsüp uzun yıllar terk etmedi mi vatanını? Bu günlerde hepimizin içinden geçmiyor mu alıp başımızı bir dağ başına kaçmak?

Size bunları kaçmaya çalıştığım bir dağ başından yazıyorum. Homeros'un ''Bin pınarlı İda'' diye anlattığı Kaz dağlarından. Önümde yağmur ve rüzgarla oynaşan gölün yeşil sularına bakarak.

Bu gün fark ettim ağaçların en yalnızıymış zeytin ağacı. Hep köylerin uzaklarında. Bağda bahçede çok az varlar. İnsandan ve evlerden uzak yerlerde yaşayıp gidiyorlar binlerce yıl. Tanrının bu coğrafyaya  en büyük armağanı olarak.

Bereketimizi katlıyor zeytin ağaçları. 

Zeytinimiz olduğu sürece hiçbir şeye ihtiyacımız yok gibi geliyor bana. İlk zeytin ağacıma burada kavuştum. Bu sene ilk defa kendi zeytin yağımı ürettim. İlk defa kırma zeytin yaptım ve doyamadım tadına. Ve bir kat zeytin bir kat tuz koyarak çuvalın içine, sele zeytinimi yaptım. Öyle basit, öyle kolay ve çok güzel. Bir kez daha gidip okşadım zeytin dallarını. Yeniden dokundum toprağa. Yeniden yaşadığım ve hissettiğim her şeye teşekkür ettim. 

Anladım. En büyük armağan hayat bize. Ve içimize üflenen nefes. Ama çoğu zaman anlamak acı veriyor insana.

* * *

Bayramiç Ahmetçeli Köyünde Yahya Ağabey ile sohbet ediyorduk, dedi ki ''Allah zeytini insan utansın diye yaratmış.'' Şaşırdım. Nasıl diye sordum, şöyle cevapladı Yahya Ağabey; ''Zeytin baksan da ürün verir bakmasan da, insan emiğinin olmadığı ürünü toplarken utanmaz mı? Utanmalı''

Evet utanmalı. Utanacak o kadar çok şey var ki bundan da utanmalıyız. Yani zeytin ağaçlarından. Bizlere verilen armağandan utanmalıyız. Tembelliğimizle katlanan yoksulluktan utanmalıyız. Binlerce savaştan sonra bizlere kalan bu topraklardan, bu bereketten utanmalıyız. 

Aslında biz Dünyanın en güzel insanlarıydık. Yoklukla sınadılar; yoklukla değiştirdiler bizi. Ama yokluk  bilir merhametin zalimliğini. Dışarıda yağmur yağıyor. Hava karardı. Kesin trafik tıkanmıştır sizin oralarda. Tıklım tıklımdır caddeler. Otobüslerin, minübüslerin içinde zorlaşıyordur iyice nefes almak. Yaptığınız işten çok yolda geçen zaman yoruyordur sizleri.

Biliyorum bizler sabah pırıl pırıl bir güne uyanacağız burada. Hala ıslak olacak sokaklar. Arada atıştırmaya devam edecek yağmur. Zeytin ağaçlarının ortasındaki o kulübe ıslak olacak. Kadir Amcanın köyünde evlerin içine yağacak yağmurlar. Doğa da ne varsa topraktan yükselen kokuyu içine çekerek kabullenecek damlaları. Her şey ıslanacak.

Yalnızca yalnızlığımız kalacak kupkuru.